‘’Vatan, bize kılıcımızın ekmeğidir.’’
-Namık KEMAL
Saçların simsiyah, iki yeni olgunlaşmış siyah zeytin; isten, topraktan ve pislikten kararmış yüzüne iki parlak göz misali yerleşmiş; dudağın tazeyken dalından koparılmış bir kiraz, burnun ise deniz kıyılarına vurmuş çakıl taşları kadar minik, ne tatlı bir çocuksun sen!
Oysa biraz kirli, epey ürkeksin; kaldırımlarda, terk edilmiş bahçelerde, çamurlu caddelerde tek başına yürüyen yalnız bir çocuksun sen, değil mi? Hâlbuki yüzünün her bir kıvrımı anlamla, saf arzularla dolu; gözlerini çevirdiğin herkes senin sonsuz merhametin ve sevginle kutsanıyor, günahlarından arınıyor. Ama yalnızsın sen, yumuşak kucağına oturabileceğin bir annen, boynuna sarılabileceğin bir baban, göz kulak olabileceğin minik bir kardeşin yok senin; o yüzden gözlerini sabahları gökyüzüne, meşe ağacının dalında şakıyan bülbüle, her gün kayığıyla denize açılan bir ihtiyar balıkçıya çeviriyorsun; akşamları ise ateşin başına dizilmiş, yanık türküler tutturan birkaç evsize, baykuşların kıpırtılarına, küçük çocukların yere attığı dondurma çöplerinin etrafında birikmiş karıncalara, elinde şarap şişesiyle tek başına yürüyen bir sarhoşun sayıklamalarına… Hoş, böylesi daha iyi değil mi? İnsan kalabalıkta kaybolup durur, şimdiyse tüm kalabalık senin zeytini andıran parlak gözlerinde kayboluyor, arınıyor ve iyileşiyor; senin varlığını belli belirsiz anımsayarak, kanıksayarak.
Hâlâ ürkeksin! Korkma, yaklaş, ben buradayım; senin ölümsüzlüğünü, azizliğini bir tek ben bilirim, çocuk. Çünkü ben şahitlerin de şahidi, epey yaşlı, bir o kadar da genç biriyim! Nefesin kadar, kokun kadar yakınsın bana; dinle, sana kendimi hatırlatayım. Üstünde yürüdüğün toprak, soluduğun hava, dokunduğun taş parçası, geçtiğin tozlu yollar, sonsuz ufuğum ben; eskitilmiş bir köprü, hem bir gazi hem bir şehit hem de ölümsüz bir savaşçıyım ben! Dertlilerin dostu, hastaların şifası, işçilerin emeği; bir yandan da onlar kadar bitkin, yorgun, ancak diri, bilge bir ihtiyarım. İlla ki görmek, hissetmek, dokunmak mı gerek seni inandırabilmek için? Pekâlâ, kulak ver öyleyse aynı anda, göğümde ve yeryüzümde dolaşıp duran, sağır edecek kadar güçlü, sessiz ve belli belirsiz şu yas türkülerine. Acı acı akan bir ırmağımın kıyısında dolaşırsan, zirvesi cennete uzanan dağlarımın eteklerinde gezinirsen, epey şaşıracak, duydukların yüzünden aklını kaçırdığını sanacak, kalbinin vücudunun sıkı bağlarından, derisinden, damarlarından kurtulup toprağın altına girdiğini duyumsayacaksın. Evladım, şimdi olmaz, tut gözyaşlarını, anlat bakalım ne diyordu o sesler; bir bebeğinkinden ihtiyar bir ananınkine kadar; gündüzüme, geceme, göğüme hapsolmuş olan şu yakarışlar, çığlıklar, ne diyordu onlar?
“Dulum ben, çocuklarım şehit ve gazi, üstüm başım toz toprak, gözüm yaşlı, kahramanım ben!”
“Acı görmüş, işkence edilmiş, cefa çekmiş, aziz bir yoldaşım ben!”
“Toprağım, ırmağım, kanım, hepinizim!”
“Anadolu’nun evladı, daha bir günlük bebeğim ben!
***
Yeterli, yeterli, ben zaten hepsini biliyorum evladım; yalnız sen de duy, bil istedim! Biz çok benziyoruz, o yüzden biliyorum ki sen de anlıyorsun beni. Yorulma, koy minik başını buram buram kan kokan çimenli yaylalarımın üzerine, damarlarındaki kan heyecanla aksın şu altında yatan cansızların dualarını duyunca. Dinlendikten sonra kalkarsın aziz çocuğum, gezersin etrafımı karış karış, ben o sırada bir nöbetçi gibi bekleyeceğim yanı başında, evet, tam burada. Ben de yorulmuyor muyum, bunu mu merak ettin? Asla, asla, o kadar çok şey gördükten sonra uyku girer mi göze, yürek elverir mi öylece dinlenmeye? İzin ver, tarlalarımdan, ovalarımdan, oyuklarımdan, toprağımdan yükselen bir bahar meltemi sarsın vücudunu bir meleğin kanatları gibi; çıkarsın seni pamuktan bulutların üzerine. Gün ışığı aydınlatırken ensene yağan kar tanelerini, eğ başını aşağı, izle aşağıdakini. Şaşırdın, değil mi? Şimdi kendi kendine soruyorsun, ürperiyorsun, seviniyorsun; yeryüzünde de yıldız olur muymuş, yalnız gökyüzünde asılı değil miydi onlar? Uzun etekleri rüzgârda uçuşan, kucağında bebeğini sallandıran, tarlada koşuşan, yas tutan bir sürü yıldız. Kuzey, güney, doğu, batı; poşetinden düşüp yere sekerek saçılan boncukları andıran, etrafa yayılmış yıldızlar. Orada ışıklarıyla beraber kendilerini de tüketecek Anadolu kadınları; sönüp gidecekler bir gün ki bilirsin, gitti zaten birçoğu. Oysa bir yıldızı gönülden seven bir çocuk onun söndüğünü bilmez, bir başka yıldıza kendi yıldızıymış sanarak aşık gibi bakar gece yarıları, onunla konuşur, itiraf eder her şeyi! İşte, bu kadınlar da öyle evladım, bizzat öyleler, görüyorsun değil mi? Yalnız gözlerinle değil, ruhunla, damarlarının içinde akan kanla görmen gerekir pek tabii; çünkü bu kadınlar acıyla yoğrulup duran yaşamlarında beşeri zevkten ve sıkıntılardan uzak, kan soluyarak, kocalarını toprak altına vererek, sonsuz cefa veren bir yoksulluk içinde geçip giderler; sonunda söndüklerinde, ışıkları bu gördüğün toprağı, ağaçları, taşları ve şahit olduğun tarihi aydınlatır! Ah, o kadınlar, onlar olmasa ne sen benim yüreğimi bilirdin, ne de ben seninkini; sen, basit, sıradan ve öylesine bir çocuk olurdun; bense tarihsiz, şiirsiz, unutulmuş bir tutam toprak.
İn bulutlardan yavrum, benim bağrımda büyümüş, emzirdiğim tüm o milletler gelsin şimdi; bir merdivene dönüşüvererek minik ayaklarına kadar yükselsinler. Yürürken iyi bak etrafına; o melek kadınların gözlerinde dev bir medeniyetin köklerini, bizim istikbalimizi, geçmişi gör!
Ağlıyorsun şimdi, ağlıyorsun değil mi küçüğüm! Bir şey demeyeceğim sana; bırak, ağla istediğin kadar çocuğum, ağla, ben de ağlıyorum çünkü. Bizim kalbimiz de, yazgımız da aynı, evladım. Gel, yat üzerime, kapat gözlerini, senin de beşiğin olayım, uykuya dalana kadar sallayayım seni tüm gece. Sonra bir rüzgâr kılığına girip tüm mezarları, dağları, taşları, anaları dolaşacağım sessizce; minnet sözleri akacak dudaklarımdan, en yüksek ve anlatılmaz duyguların tesirlerinin eşliğinde. Kulaklarına fısıldayacağım, gülümseyeceğim, ısıtacağım buğday tenlerini: Ahali, Anadolu geldi! Minnettar hepinize!
Geceye, karların arasına, ırmaklara, tarlalara, ufuğa ve yaralıların dualarının arasına karışıp gidecek ıslıklarım, şöyle:
Yunus’un dediği gibi,
Canlar feda olsun sana, bu can kaygısı değil!
Ancak sonsuza kadar sayıklanacak senin kalbinde.