O caddenin en işlek kafelerinden birinde, kapıya en yakın masada oturuyordu adam. Siparişi yoktu daha. Ellerini masada birleştirmiş; gergin bacaklarını, sallayarak rahatlatmaya çalışıyor ve aynı zamanda etrafa kaçamak bakışlar atıyordu.
Öğlen saatinin sıcaklığı nedeniyle alnında biriken ter damlalarını buruşturduğu peçetesiyle yumuşak ama seri bir hareketle sildi. Masaya bırakmamak için cebine koyarak sakladı.
Kafenin kapısı her açıldığında başını dikleştirip oradan taraf bakıyor, beklediği kişi sanıp vücudunu düzeltiyordu. Yanıldığını anlayınca da sandalyeye tekrar yığılıyordu.
İçeride boğuk bir gürültü vardı. Kasanın açılıp kapanması, insanların bitmek bilmez lakırdısı, içeri girip çıkanların ayak takırtısı, kahve makinesinin fokurtusu, yaşlı bir amcanın öğürtüsü… Tüm bu sesler, adam için yoktu. O sadece kapıya, kapı kolunun aşağı doğru indiği iki saniyelik görüntüye odaklanmıştı.
An sonra kapı kolu yeniden aşağı indi ve adam yine otomatik olarak dikkat kesildi.
Kapıda görünen otuzlu yaşlarında bir kadındı. Gözleriyle kafeyi taradıktan sonra adamın masasına doğru yöneldi ve başıyla selam verip karşısına oturdu.
Adam, kadınla göz göze gelemiyordu ama bedeniyle ona doğru dönmüştü.
Garson geldi ve siparişlerini sordu. Adam bakışlarını garsonun dudaklarına yönlendirmişti. Kadın: “Şekersiz sütlü kahve alayım lütfen.” dedi.
Adam o saniyede bakışlarını kadının dudaklarına odakladı. Kelimeleri seçiyordu.
Garson “Hemen geliyor,” diyerek masalarını terk etti. Adama sormamıştı.
Kadın omuzlarını dikleştirerek arkasına yaslandı, eliyle çantasını düzelterek adama bakmadan yutkundu ve “Umarım iyisindir. Ben çok iyi değilim ama iyileşeceğim,” dedi.
Adam kaçırdığı bakışlarını tamamen kadının dudaklarında gezdiriyordu. Yüzünde ne üzgün, ne mutlu bir ifade vardı. Sadece bakıyordu.
Garson, kadının sütlü kahvesini masaya bıraktı ve gitti.
“Çok uzatmayalım. Ben dediklerini düşündüm. Başta reddetmiştim ama sen haklısın galiba.”
Adamın artık sadece gözleri değil tüm vücudu onun dudaklarını izliyordu.
“Üzülmüyorum artık. Bizim için çok çabaladım, emek verdim ama sen istemediğin takdirde olacak iş değil. Tek taraflı evlilik yürümez.”
Kadın, adamın gözlerinde bir cevap, bir tepki arıyordu. “Benimki de iş! Anlamadığını bildiğim halde konuşup duruyorum.” Başını olumsuz anlamda iki yana sallayıp ellerini havaya kaldırdı.
Tam o sırada dışarıdan bir çığlık duyuldu. Kadın korkuyla arkasını döndü ve nereden geldiğini anlamak için ayağa kalktı.
“Çocuk herhâlde,” diyerek yerine oturduğunda adamın yüzünün kaskatı olduğunu gördü. Elleri masanın üzerinde titriyor, gözleri sesin geldiği yöne kenetlenmişti. Kadın ise adamın hâline daha çok endişelenmiş gibiydi.
Onu kendine getirmek için elini omzuna koydu ve gözlerinin önünde elini sağa sola hareket ettirmeye başladı. Adam saniyeler sonra gözlerini kıpırdattı ve karşısında ayakta duran kadına baktı.
Kasanın açılıp kapanması, insanların bitmek bilmez lakırdısı, içeri girip çıkanların ayak takırtısı, kahve makinesinin fokurtusu, yaşlı bir amcanın öğürtüsü… Adamın başı sırasıyla bu seslerin geldiği yönlere doğruldu çevrildi tek tek. Her duyduğu sesle yeniden irkiliyor, günlük hayatın olağan seslerini kulağına yeni kaydediyordu.
“Beni endişelendiriyorsun.” Kadın, işaret diliyle konuşmaya başlamıştı. Fakat adam ona bakmıyor, sesleri tanıyordu.
Yan masadaki çocuk bardağını yere düşürdü, bardak kırıldı, adam duydu. Garson gelip süpürgeyle temizledi, adam duydu. Kadın “Bir bardak su getirir misiniz?” dedi, adam duydu. Masalarda gülüşmeler oldu, adam duydu. Mutfaktaki fırından kekler çıkarıldı, adam duydu.
Şaşkınlık yerini gülümsemeye bıraktı ve kadının kolunu tutup sandalyeyi gösterdi oturması için. “İyi misin?” diye sordu kadın el işaretiyle. Adam başını salladı.
Garson su getirdi. Kadın, adamı gösterdi. Adam bir yudum aldı ve o anda bir hayali gözünün önünde belirdi.
Çocuktu daha. Yerde oyuncaklarıyla oynuyordu. Annesinin mutfaktaki sesleri geliyordu. Odaya babası girdi ve oyuncaklarını tekmeleyerek “Kaldır şunları ayağımın altından,” dedi.
“Tamam baba.”
Annesi elinde tencere ile odaya girdi ve masanın üzerine bıraktı. “Haydi, yemek hazır.”
Babası “Su getir,” dedi. Çocuk az sonra koca sürahi ile odaya girdi. O sırada ayağı babasının az önce tekmelediği oyuncak arabaya takılınca tökezledi ve sürahi içindeki suyla odaya saçılıverdi.
Hayalinin birkaç dakikalık devamı sadece kendi çığlıklarıydı.
Bir sonraki geçişinde annesinin kucağındaydı. Annesinin yüzüne bakıyordu. Annesi ona devamlı “Seni çok seviyorum,” deyip öpüyordu.
“Hey! Hey!”
Kadının kolunu dürtmesiyle kafeye geri döndü. “Bugün iyi değilsen başka bir gün konuşalım. Aslında konuşacak bir şey de yok ama…” Kadın çantasını aldı ve gitmeye hazırlandı. O anda adam, kadının elini tuttu. Kadın şaşırarak adama baktı ve yerine oturdu.
Adam yutkundu. Bu kez gözlerinin önünde sadece annesinin dudakları vardı. Seni seviyorum dediği dudakları…
Kadına doğru hafifçe eğildi ve dudaklarını araladı. Kadın şaşkın bir ifadeyle onu izliyordu. Titreyen dudaklarının arasından “Se-se…” yutkundu ve “Se-seni, sev…” dedi.
Kadın pür dikkat adamı izliyordu.
“Se-seni sev-sevi-yor-”, “Seni seviyorum.”
Adam cümlesini bitirebildiğinde bir süre birbirlerine baktılar. Şaşkınlığın perdelediği yüzlerinde kocaman bir tebessüm aralandı.
34 yıldır duyamayan ve konuşamayan adam, o gün dakikalar içinde duymuş ve konuşmuştu.
Duyduğu ilk ses konuştuğu son şey, konuştuğu ilk şey ise duyduğu son sesti.
Yazan: S. N. Elif Alsaran
Sayı: 47
Çok hoşuma gitti. Özellikle sonunu asla tahmin edemedim. Tebrikler.
Hikâye bittiğinde “Vay be!” demekten kendimi alamadım. Tebrikler.