Hayat dayanılmaz derecede çetrefilli; bir ucundan yakalamak istiyorum onu. Çelik kadar sertleşmiş parmaklarım, küt, biçimsiz, soğuk; hissetmeye elverişli değiller artık. Duyargalarımı yitiriyorum; zamanın katranlı gözlerinin önünde. Akış, duyumsayışlarımın önündeki en yüksek duvar; belki de parçalar hâlinde sürdürmeli yaşamı. Bedenimi göğe salınan bir sarmaşık gibi kiremit rengi dev kütlenin üzerine yapıştırıp dünyanın geri kalanına uzanmak istiyorum. Benim için yer’in sonu burası; kendime kuvvetli, aşılmaz sınırlar koydum, derin kuyular açtım bilmeden. Ancak yaşamım beni terk edip yeni coğrafyalara kök saldı bile. Doğmaya hazır anılarım uzakta, belli belirsiz görülen bir hülya kadar gerçek olabilir ancak.
Herkesin hayranlık duyduğu eserleri gözlüyorum ve onların replikalarını. Replikalarda her zaman bir cansızlık var, uçmaktan vazgeçen kuşların bakışlarında da sezilebilen. Bedenim boş bir tuval, onu doldurmak isterdim, dokunuşlarla. Cansız bir replikaya benzeyecek olsa bile.
Vincent’ı geçiriyorum aklımdan; alçakgönüllü deliliğini. Tutkuyu ondan öğreniyorum; neyin tutkuya yol açtığını da. Geçmişi nahoşlukla kaplı; çarmıha gerilen İsa’dan daha çok acı çektiğine inanırım hep. Vücudum, onun resimlerini çizmesine yarayan uygun bir yüzey olur muydu? Renklerim eksik, dahası, sahip olduğum renkleri taşımakta zorluk çekiyorum. Durmaksızın sürdürebildiğim iki eylem var yalnızca; uzaydaki herhangi bir noktayı belli belirsiz hacmimle doldurmak ve ölüme inat edercesine ortamdaki havayı sıkılmadan teneffüs etmek. Hayatta olmak yetmiyor insan olmaya.
Ağaçların kenarındayım; alınları kırış kırış, yanı sıra derileri esnek. İlk bakışta, bir dal güçsüzce de olsa çekilse onarılmaz bir uzama meydana gelecekmiş gibi hissedebilir insan; dönüşsüz eylem. Gövdeleri yumuşak; kaz tüyünden yastıklar kadar. Ağacın birine kollarımı sarıyorum. Toprağın emdiği yağmur suyu, köklerden gözlerime tırmanıyor; sonra yeniden toprağa. Döngünün parçasıyım; Vincent’i bir nebze daha iyi anlıyorum şimdi. Bir replika değilim.
Ormanın karnında, yalnız, göçebe bir tuval. İskelete gerilmiş teni yumuşak, pürüzsüz. Üzerinde saksıda çiçekler, korkusuzca çizilmiş, güneş altın fırçasını dünyaya uzatıp bir dokunuş yapmış; sarı. Doğa her zaman sanatı besler. Vücut, olabildiğince canlı, bir eserin taşıyıcısı olmaktan memnun, vakur, gözleri duvarlarıma değiyor; duvarlarımın da ardına. Uzamı paramparça eden bakışlarını fark etmemek güç. “Sence…” diyor ipeksi sesiyle, oysa duymuyorum onu, dahası ne zaman duyacağımı kestiremiyorum bile, sesi mutlak bir gerçek olarak önümde duruyor yalnızca, mutlak ancak tanınamayan. Yine de biliyorum bana söylediklerini, önceden beri biliyorum, hep biliyormuşum gibi. Boşlukta asılı soyut bir kütle, kendi ekseninde dönerek açılmayı bekliyor. “Yıldızlı Gece’yi neden bu kadar seviyoruz?” Soru keskin, sade, yakıcı. Yoksa ben mi dillendirdim bunu onun yerine? Yanıt eksik, sessizlik ikimize de doğru geliyor; belki de yalnızca bana. Elimi uzatıyorum şimdi, orada yok; görüyorum onu ancak dokunamıyorum, yalnızca duyumsama. Evrenin farklı bir noktasında, kendi dilimizle konuşuyoruz sessizce, sözcükleri resimlerle süsleyerek. İnce, dokunaklı deri beni kendine çekiyor, yüzü yeryüzünün yansısı. İnşa edilmiş duvarlar, aşılmayan çizgiler yok. Yüreğine eğilip yaşamımı geri çağırıyorum. Yakıcı bir çağrı, kalbim yeniden atıyor.
Hissediyorum. Hayattayım.