Nazi İşgali Sonrası; Fransa
21 Kasım 1940, Paris
Kırk beş metrekarelik evin içine çamurlu postalları ile dalan sekiz askerin ayak seslerine uyandı Jacob. Üzerine doğrultulmuş Maschinenpistole 40’ların barut kokularını duyabiliyordu. Dokuzuncu asker bir ss subayıydı. Kapının hemen girişinde hazır olda bekliyor elini kaşına götürmüş selam duruyordu. Bir kaç saniye sonra merdivendeki postalların sesi evin içinde duyulmaya başladı. Kapıda ona selam duran ss subayının, selamını başı ile alıp içeri girdi.
Girişin hemen sağındaki masaya doğru ilerledi. Masanın üzerindeki kâğıt parçalarını karıştırdı. Çizimlere iyice baktı ve bir kaç tanesini kapıdaki ss subayına verdi. Soluna döndü ve karşı duvarda asılı on yedinci yüzyıldan kalma Fransa ordu kılıcını gördü. Ardından Jacob’a bakıp;
‘Zor bulunan bir kılıç, tabi sizin için zor olmasa gerek değil mi Bay Moore, yoksa Bay Van Leeb mi demeliyim? Veyahut Bay Marlowe mu? Hangisini tercih edersiniz?’
‘Siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?’
‘Çok özür dilerim bu benim kabalığım, kendimi size tanıtmadım. Adım Gerd Von Rundstedt ve neden burada olduğuma gelince sizin için Bay Moore. Moore dememde sakınca yoktur umarım. Böyle hitap etmek benim için daha kolay olacak, sizin içinde bir mahsuru yoksa?’
‘Bir mahsuru yok.’
‘Ggüzel, şimdi izninizle sizin “o” olduğundan emin olmak için ufak bir test yapacağız?’
‘Kim olduğumdan şüpheleniyorsunuz?’
‘Bay List lütfen!’
‘Durun bir dakika…’
İki asker Maschinenpistole 40’larını omuzlarına astılar ve kollarını ve bacaklarını tutup Jacob’ı yatağa bağladılar. Rundstedt’in Bay List şeklinde seslendiği ss subayı sararmış atleti bıçağı ile kesti ve Jacob’ın göğsünün tam ortasından göbek deliğine kadar derin bir kesik attı. Jacob deli gibi çığlık atıyordu ama bir kaç dakika içinde yaradan eser kalmamıştı. Rundstedt heyecanlanmıştı. Sonunda yıllardır aradığı adamı bulmuştu. Fühler’in kusursuz asker hayali artık gerçek olabilirdi.
Yutkundu. Jacob’a baktı.
‘Benimle Berlin’e gelmenizi istemek zorundayım?’ dedi. Jacob kibar ama bir o kadarda ürkütücü bu alman general karşısında temkinliydi.
‘Ya gelmek istemezsem?’ dedi Jacob. General kendinden emindi. Ne pahasına olursa olsun Jacob’ı götürecekti.
‘Zorla götürmek zorunda kalırım sizi. Lütfen beni buna zorlamayın.’
Generalin bu cümlesi Jacob’ı kaçışının olmadığının müjdecisiydi. Dar bir zaman fazla sayıda adam vardı. Bir kaçının daireden çıkması gerekiyordu. O an düşündü. Sorun çıkarmadan kabul ederse daha az askeri onun başında bırakırlardı. Giyinmek için zaman istemek en iyisi diye düşündü.
‘Üstüme bir şeyler giymeme izin verini general.’
General, Jacob’ın sözlerine kandı. Kafasını onaylarcasına sallayarak;
‘Elbette.’ dedi. Kollarından tutan askerler ona refakatçi olmak için yanından bir an olsun ayrılmıyorlardı. Jacob bir an için planının suya düştüğünü düşündü. Ta ki Rundstedt;
‘Sizi arabada bekliyorum.’ dedi ve ss subayı List’e başı ile beni takip et dedi. List de eli ile dört askere işaret ederek evden çıktı. Yukarıda sadece Jacob ve dört Nazi askeri kalmıştı. Jacob’ın başından beri planladığı şey olmuştu. Dört yüz yıldır yaşamanın en güzel yanı dövüşmeyi herkesten daha iyi bilmekti.
Giyinmek için odanın solundaki bir perde ile bölünmüş soyunma kabinini andıran yere doğru yürüdü. İki askerde onun peşinden gitti. Jacob perdeyi çekmek istedi ancak askerler buna izin vermedi. Artık saldırmak için zamanı daralıyordu. Hamlesini yapmalıydı. Ve bir anda askerlerin beklemediği bir anda yüzünde kocaman bir gülümseme varken, solundaki askerin hayalarına çok sert bir yumruk attı. Sakin, nazik adam bir deliye dönüşmüştü. Onun aranmasına neden olan hastalığın yan etkileri gözlenemeye başlamıştı. Derisi renkten renge giriyordu. Önce kırmızı oldu, ardından mor, en son mavi olmuştu. Artık kanı normal bir insanın dört katı daha hızlı pompalanıyor ve damarlarındaki kanın dolaşımı da aynı hızda artıyordu.
Sağındaki askerin belindeki Walther p38’i aldı ve iki el ateş etti. Hemen dönüp kapının girişinde bekleyen askerlere de ikişer el ateş etti. Sadece hayalarına attığı yumruğun acısı ile yerde kıvranan onbaşı kalmıştı. Yerdeki asker ‘Nein, bitte nicht’ diyor ve bunu sürekli tekrarlıyordu. Aşağıda ki arabada bekleyen general silah seslerini duyar duymaz kafasını yukarıya kaldırdı ve List ile dört askere ‘Erfassen.’ dedi…
List merdivenleri hızlı adımlar ile çıkarken Jacob yerdeki askerin başına tek kurşunu sıkmıştı. Silah sesini duyan List ve askerler bir an duraksadı. Ardından tekrar hareket etti, tedirgin bir şekilde. Sekiz dokuz adımlık merdiven bitip kırk beş metrekarelik eve geldiklerinde kapıya siper aldılar. Jacob askerlerden iki adet şarjör aldı. Birinden de Mp 40 tüfeği ve şarjörünü. Kapıya geldiklerinin farkında olarak girişe doğru Mp 40 ile ateş etmeye başladı. List ve askerler kafalarını çıkartamıyorlardı. Jacob cama doğru gitti aşağıya baktı bu arada hala ateş ediyordu. Tüfekte kurşun kalmayıp horozun sesi gelmeye başladığın elindeki tabanca ile ateş etmeye devam edip, kendini aşağıda generali taşıyan Mercedes-benz 770 w150’nin arka koltuğuna fırlattı. On metre var yoktu yerden yüksekliği, kendini aşağı bıraktığı pencerenin. General ne olduğunu anlamamıştı. Jacob, otomobile düşer düşmez, şoförü başından vurdu, general Rubdstedt’e tabancanın kabzası ile sert bir biçimde vurdu. Elindeki el bombasını evin penceresine fırlattı ve otomobili çalıştırıp Seine nehrinin kıyısından, Cite Adası’na doğru kaçmaya başladı.
Bir kaç saniye sonra büyük bir gürültü ve ateş topu şeklinde, kırk beş metre karelik ev havaya uçmuştu. Yan koltukta baygın oturan Rundstedt kendine gelmeye başlamıştı. Pont au change’e gelirken onu da aşağı atmıştı Jacob. Artık otomobilde sadece o vardı. Pencereden atlamadan önce aldığı kanı ile kirlenmiş çarşaf general ile birlikte artık çok geride kalmıştı. Bir an geri dönmeyi düşündü ama bu fikrinden hemen vazgeçti. General, yerden kalkmış üstünü başını temizlerken, evde ki patlamadan sağ kurtulan List yanına geldi. General elindeki çarşafı List’e verdi ve arkasını dönüp gitti…
Günümüz, Roma
Her sabah olduğu gibi İspanyol merdivenlerinden aşağı iniyordu Jacob. St. Pietro Meydanı’nın yanındaki büyük Vatikan şehrini çevreleyen duvarlarının yanından geçip Piazza Venezia meydanına varmıştı bir kaç dakika içinde. Öğle saatleri olduğundan etraf biraz kalabalıktı. Piazza Venezia meydanını geçip Santa Apostoli caddesi üzerindeki işlettiği pubına vardı. Kapıda onu bekleyen heineken dağıtıcısı ile hoşbeş etti. Bira kasalarını depoya kaldırdı. Günün menüsünü kapıya astı. Bir kaç saat içinde tüm günlük işlerini bitirmiş, As, Roma – S.s Lazio İtalya kupası maçını izlemeye başlamıştı.
Kapalı yazan pubın camını Rosalie tıkladı. Rosalie, Jacob’ın yanında çalışan on sekiz yaşında bir yetimdi. Jacob’a platonik bir aşk beslemesi dışında sorunsuz bir yardımcıydı. Jacob, ona karşı bir ağabey gibi yaklaştığını belli etse, gösterse, hissettirse bile Rosalie için pek bir şey değişmiyordu.
‘Nasılsın bakalım ufaklık?’ dedi. Rosalie bozuldu. Ona göre ufaklık değildi. Jacob’ın onu ufak görmesini istemiyordu. Bir kadın gibi görmesini ve onunla birlikte olmasını istiyordu.
‘Ufak mıyım cidden? On sekiz yaşındayım ben, her şey için yeterince büyüğüm.’ diyerek mutfağa geçti kızgın kızgın. Jacob durumun farkında olduğu için sesini çıkarmadı. Üstüne de gitmedi. Pubın açılış saatti geldiğinde içerisi ana baba günü gibi olmuştu kısa sürede.
Jacob’ın pub ünlüydü Santa Apotol’’de. Aynı zamanda turistik bir meydan olan Piazza Venezia’da. Turistlerin ve her zaman gelen müdavimlerin dışında neredeyse her akşam olduğu gibi o akşamda Generale Santo Spirito Hastanesinin doktor kadrosu da oradaydı. Ve tabi ki Isabel de.
Isabel ne zaman gelse puba Jacob yeni yetme bir çocuk gibi heyecanlanıyor, ne yapacağını bilmez bir hale bürünüyordu. Sanki dört yüz yıldır yaşayan o değildi. Sanki gördüğü ilk kız Isabel’di. Daha evvelde defalarca yaşanmış an tekrar yaşandı. Isabel içkileri tazelemek için bara geldi. Üzerinde ki dar kot, beyaz askılı body ve dağınık topuz saçları ile öylece karşısına dikilip;
‘Nasılsın Jacob?’ dedi. Önce yutkundu Jacob arkasından ‘İyiyim, peki ya sen?’ dedi. Bir iki hoşbeşin ardından Isabel bir çırpıda; ‘Altı bira, üç votka enerji, iki tane menü bir ve üç de cips istiyorum.’ dedi. Jacob tamam anlamında başını salladı, tam mutfağa siparişleri verecekti ki Isabel devam etti tüm şirinliği ile;
‘Aylardır bu puba geliyorum. Şimdiye kadar seksen sekiz defa bana ilgisini belli eden adam ile karşılaştım, ben biri bana ilgisini belli etsin diye bekledim ama o da etmedi. Sence neden?’
Jacob, biraz bozuldu. Isabel’den hoşlanmıştı. Biraz alaycı, biraz bana ne ki bundan dercesine ‘Kör mü çocuk?’ dedi. Isabel, Jacob’ın bozulduğunu anladı. Daha açık konuşması gerektiğinin farkındaydı.
‘Aslında değil, yani şu an ona bakıyorum. Ve o da bana baktığına göre beni görmeli, görüyorsa kör değildir değil mi?’
Jacob şaşırmıştı. Bunu hiç beklemiyordu. Isabel’ın gözlerinin içine bakıyordu. Uzun zamandan sonra ilk kez, koca hayatında ilk kez bu kadar güçlü hissediyordu bu duyguyu. Savaş sırasında kaybettiği Erikasından sonra bu duyguyu bir daha hissetmemişti.
Aklında binlerce soruyla uyanıyordu ne zaman böyle hissetse. aşık olmak, bu muhteşem duyguydu. Ancak onun için sorun oluşturmayacak olsa bile karşısındaki için bir lanete dönüşebilirdi. Yaşlanmayan, ölmeyen bir adama hangi kız aşık olabilirdi ki. Tedirginliği bundandı ve bir kaç saniye içinde aklından bunun gibi nice düşünce geçse de Isabel’e duyduğu hisler baskın çıktı.
‘Müşterisine asılan pub sahibi olmak istemediği için susmuştur belki.’
‘Kör değil diyorsun yani.’ dedi gülerek Isabel. Konu istedi yere sonunda gelmişti.
‘Değil.’ diye karşılık verdi Jacob. O da gülüyordu. Her şeye rağmen yine de onunla olmak istiyordu. Tüm sırlarını bir bir anlatmak, ben aslında buyum demek istiyordu. Gözlerinin içi gülüyordu, uzun bir aradan sonra. Isabel’de ondan aşağı kalır yanı yoktu.
‘Yyarın müsait mi acaba? ” diye sordu Jacob’a. Hayır dememesi için dua ederek. Jacob dünden razıydı bu teklife.
‘Saat iki uygun mu?’
‘La Fontana Di Trev, uygun mudur?’
‘Kesinlikle.’
Randevu verilmişti. İkisi de mutluydu. Jacob, masasına doğru giden Isabel’e seslendi.
‘Siparişlerin. Hazırlayalım mı?’
Isabel güldü. Bara doğru geldi. Ellerini barın üstüne koyup destek aldı ve barın arkasında ki Jacob’ ı öptü. Barda ufak çaplı bir sessizliğin ardından, büyük bir gürültü koptu. Pubın içinde ki herkes elleri patlarcasına alkışlıyordu. Jacob sevilen bir isimdi. Ve ilk kez böyle bir şey oluyordu. Jacob siparişleri hazırlanması için mutfağa seslendi. Sipariş notunu iliştirdikten sonra diğer müşteriler ile ilgilendi. Bir gözü Isabel’in masasındaydı. Isabel ‘de arkadaşları ile Jacob’a doğru bakıp olan biteni konuşuyorlardı.
– devam edecek –