“Hayaller yalan olsa da rüyalar hep gerçektir. İstediğin hayali kurabilirsin ama istediğin rüyayı göremezsin.”
Özge Göztürk’ün ilk romanı olan Lupu, kadınlığa, toplumun dışındakilere ve İstanbul’a dair içten bir anlatı. İçten, hüzünlü ve acımasız.
Yalnız başına, neredeyse izole bir hayat yaşayan Müjde’nin günlerine kendisi de o küçük dairedeymişçesine yakından tanık oluyor okur kitabın ilk sayfalarında. Televizyonda nostaljik filmlerin döndüğü, mahalledeki herkesin birbirini tanıdığı ve pek tabii herkesin hayal kırıklıklarının kendisine göre olduğu bir dünyadır başlangıçta bu genç kadınınki. Bir gün gördüğü rüya ve akabinde sokakta karşılaştığı küçük, yalnız kız değiştirir bu denklemi: Gonca. Bu savunmasız kızı dışarıdan korurken kendisi neler yaşayacak, nelerin farkına varacaktır? Gonca onun için yalnızca korumaya almak istediği masum bir çocuk mudur, yoksa daha fazlasının bir sembolü mü? Peki, ikilinin hayatındaki diğer tek kadın olan falcının buradaki yeri nedir?
Apayrı yaşantılara sahip olan bu üçlüyü birleştiren o evde, kısa zaman içinde masallara, korkunç hikâyelere ve daha fazlasına şahit olur okur. Biraz merak ve çokça şaşkınlıkla devam eder öykü. Mekânlar değişir, karakterler farklılaşır ama öz hep aynıdır. Nihayetinde eserin tamamına hâkim olan sembolik anlatım da kendisine ancak bu koşullarda yaşam bulabilir. Gerçeklik ile hayalin arasındaki sınır bulanıklaşır, okur neyin hangi zamanda ve hangi gerçeklikte yaşandığını takip etmeye çalışırken kendisini İstanbul’un o ara sokaklarında bulur. Kitapta işlenen cinayetlerin sembolik olup olmadığı ya da ne kadarının falcı kadının hayallerinden ibaret olduğu gibi soru işaretleri alır başını gider, kitabın sonunda bile pek çoğu olduğu gibi durur. Neticede sembolik anlatımlardan, yoruma bırakılan sonlardan ve belirsizliklerden hoşlananlar için üstünde düşünmeye değen bir kitap, Lupu.
Sayı: 65