Biraz önce teyzem yanımdaydı. Anneme götürmem için siyah bir poşet uzatıyordu bana. Dışarıdan sesler gelmeye başlayınca teyzem tahta kapıyı açıp yalın ayak dışarı fırladı.
[Yoksa bir şey mi yakalayıp çekti onu? Bilmiyorum.]
Bir ışık patladı kapının arkasında. Ne olduğunu anlamak içi koştum pencereye. Sigara dumanından sararmış perdeyi aralayıp baktım. Bıçaklar insanların boyunlarını, karınlarını yarıyor, yerden uzanan çürümüş diller, bıçak yarıklardan içeri girip kalpleri kurutana kadar tüm kanı emiyordu. Birden top sesi geldi. Evin çatısı titredi. Daha biraz önce burada teyzemle konuşuyordum.
[Teyzem mi kaybolmuştu yoksa ben mi? Hapsolmuştum savaşın ortasındaki bu evde.]
Top patlar patlamaz kanlı parmaklar havada bir iki dönüp şıpır şıpır yere dökülmeye başladı. İçlerinden birinin kanlı gözleri bana döndü. Bana bakmasaydı, belki de bir demir parçası karnından girip sırtını parçalayarak çıkmayacaktı. Kendimi duvarın arkasına attım. Gözlerim kapalı beklemeye başladım. Soğuk terler saçlarımın arasından boynuma akıyordu. Onlar aktıkça içim ürperiyor korkudan ağzıma kan tadı doluyordu.
[Şimdi gözlerimi açacağım ve teyzem bana poşeti uzatıyor olacak.]
Hayır, teyzem yok, poşet de yok. Pencereye koştum. Her şey donmuştu. İnsanlar öylece kalakalmıştı. Adam hâlâ bana bakıyordu.
Şıp.
Bir damla kan döküldü toprağa, parmaklar yeniden boşlukta savrulup yere düşmeye başladı. Aynı ses kulaklarımı deliyor, beynimin içinde çalkalanıp duruyordu. Karşıdaki pencereye koştum. Dışarısı zifiri karanlık. Ayaklarımı pencereden aşağıya sarkıtıp kendimi karanlığa bıraksam eve kadar arkama bakmadan koşacaktım. Ama yapamıyordum. Aklım öteki penceredeydi. Teyzem kendini savaşın ortasına atmıştı. Belki de bıçakların kestiği etin sesine karışan insan çığlıklarına daha fazla dayanamamıştı. Ben nasıl dayanacaktım? Nasıl arkamı dönüp gidecektim? Ne yapacağımı bilemez halde dolaşmaya başladım evin içinde. Gidip yardım çağırmaya karar verdim. Çaresizlik içindeki insanların çığlıklarının çarpıp geri döndüğü pencereye sırtımı döndüm. Öteki pencereyi açıp pervazına oturdum. Ayaklarımı aşağı sarkıttım ama kendimi karanlığa bırakamadım. Karanlık beni sarıp aşağıya çekmeye başladı. Ellerim ayaklarım simsiyah. Gözlerimden, nefesimden yıldızlar dökülüyor. Gece olmuştum. Koşmaya başladım. Koştukça daha çok koyulaşıyordum. Köşedeki kıvrımlı yolun solundaki yıkılmış evden dönüp de kendimi tepeden aşağı bıraktığımda evde olacaktım. Kıvrımlı yollar dönmekle bitmiyor, gece beni sardıkça sarıyordu. Yıldızlar gözlerimi bağlıyor, nefesimi kesiyordu. Her yer öylesine sessizdi ki. Sanki karanlık kalbime kadar sokulmuş, ele geçirmişti beni. Nefesim kesiliyordu. Tepelerden kopup gelen taşlar gibi yere kapaklandığımda karanlık dökülüverdi üstümden. Yerden kalkıp kanayan dizlerimi silerek yürümeye devam ettim. Yıkık evin yanındaki yonca tarlasının sonunda bir mezar gördüm. Mezarın kafasından kan sızıyordu.
[Kim ölmüştü? Kimindi bu mezar?]
Mezarın tepesinde bir karga sessizliği yararak uçmaya başladı. Kanatlarıyla mezarın toprağını havalandırarak çöktü kanın başına. Gagalamaya başladı. Ne yapacağımı bilemez hâlde ellerimi sallayarak bağırdım.
[Gürültü yaparsam korkup kaçar mı?]
Karga tüyleri yolunmuş kafasını bana çevirerek gakladı. Yola dökülmüş taşlardan fırlattım. Kanatlarını bir iki çırptı, karanlığa karıştı. Mezarın kafasından sızan kan kesilmiş kasıklarından sızmaya başlamıştı. Arkamda bir hırıltı yükseldi. Bir köpek dişlerini göstererek geliyordu.
[Kan kokusu çekti köpeği. Dizlerimden sızan kan mı, yoksa mezarın kasıklarından sızan kan mı?]
Adam ve kadın yağmur bastırmadan hasadı yerden kaldırmanın telaşıyla hiç durmadan çalışıyorlardı. Kara bulutlar maviyi iyice kapatmıştı. Adam çalı süpürgesini bıraktı, elini yakası yarıya kadar açılmış gömleğinin içine sokup terini sildi. Elleri sızım sızım sızlıyordu. Terinin tuzu çalı süpürgesinin yardığı ellerini yakıp kavuruyordu. Yorgun nefesiyle ellerini üflemeye başladı. Arkasına dönüp kadına baktı. Hâlâ buğday eliyordu. Dizlerini kırıp toprağa oturdu. Çökmüş omuzlarının arasına düşen kafası onu kirlenmiş pantolonlarından alıp yoksulluğunun içine fırlatıverdi. Kadın kocaman elleriyle sıkı sıkıya tuttuğu eleği yere bırakıp kamburlaşmış sırtına dökülen yazmasını kafasına çekti. Çıplak ayaklarına batan saman dikenlerinin arasından yürüyerek adamın yanına gitti. Adam düşüncelere dalmış, saman tozları arasında kaybolmuştu.
-Yağmur bir saate yağar.
Adam saman dolmuş kirpiklerinin arkasından kadının kara bulutları izleyen dalgın yüzüne baktı.
-Ben şu samanı brandayla örteyim sen de kızı uyandır, gidelim.
Kadın kızına doğru yürüdü. Keçeleşmiş, karışmış saçları en yumuşak yastıklara dağılır gibi dağılmıştı buğday bağlarının üstüne. Eskimiş elbiselerinin rengi üstünde uyuduğu tahtanın rengine karışmıştı. Kirlenmiş avuç içleri terlemeye başlamış, kirli bir su avucunun içindeki çukurlara dolmuştu. Öylesine rahat uyuyordu ki annesi onu uyandırmaya kıyamıyordu. Uyandırsa canı yanacak uykuları kanayacaktı. Omuzuna hafifçe dokundu. Kız belli belirsiz bir sesle inliyordu.
-Kan kokusu çekti köpeği.
Annesi yavaşça uyandırdı. Gözleri karararak üstlerine düşen bulutlara açıldı. Sonra annesini gördü.
-Anne, kan kokusu çekti köpeği.
-Rüya görmüşsün. dedi annesi, kızının güneşte kavrulmuş yanaklarını ıslak ıslak öperek. Babası yanlarına gelip bir sigara yaktı.
Annesi ve kız eskimiş ayakkabılarını giyerken annesi kızına döndü.
– Anlat bakalım ne gördün rüyanda?
-Savaş gördüm, bir de mezarlar kanıyordu.
Kız bütün rüyayı baştan sona anlatıp bitirdiğinde annesi babasına döndü.
-Sana çocuğun yanında böyle şeyler anlatma demiştim. Bak rüyasında neler görüyor.
Adam düşünceli gözlerle kızına baktı. Sonra kadına döndü.
-Savaş bu toprakların kaderi olmuş. Ben anlatmasam da o yine rüyasında görürdü. Silah sesleri arasında büyüdüğünü unuttun mu yoksa?
Kadın kararsız gözlerle baktı adama. Belki de haklıydı. Savaş bu toprakların laneti olmuştu. Brandaya çarptıkça çoğalan yağmur sesleri arasında ayak bileklerini çizen dikenlerin içinden küçülerek uzaklaştılar.