Fâtımâ’nın Eli ya da Hamsa adı verilen güvenlik sistemlerinin günümüze kadar nasıl geliştiğini /gelişmekte olduğunu incelemek isterseniz, doğru yerdesiniz.
Öncelikle, “nazar” ya da “nazır” kelimelerinin arapça olduklarını ve “bakmak, görmek” gibi anlamlara geldiğini hatırlatalım. Türkçe’ye “göze gelmek” gibi naifçe bir deyimle kabul ettiğimiz bu eylem, daha genel bir kitle tarafından, “nazar değmesi” olarak bilinir. Peki, bir nazar nasıl değer?
Örneğimizi, yeni doğmuş bir çocuk üzerinden verelim. Korkulan eylem, bir kimsenin bu çocuğa bakarken psikokinetik yollarla çocuğa zarar vermesidir. Yani, bebekle göz göze gelen kişinin hasetli bakış ve niyetleriyle, yeni doğan çocuğa kötülük aşılamasına engel olunmalıdır. İşte bu esnada, şeytanın masmavi gözleri imdadımıza yetişir ve çocuğun bulunduğu bölgeye, çocuğa bakanların görebileceği şekilde yerleştirilmiş nazarlık-nazar boncuğu-hamsa gibi nesneler yerleştirilir. Verilmek istenen mesaj şudur: “Çocuğuma psikokinetik bir şeyler yaparsan şeytanın gözleri, bu kötü enerji akımını sana geri yansıtacak! Öküz gibi bakma, öpmek de yok, hastalık falan bulaştırırsın, yetmedi mi gördüğün, defol git artık buradan.”
Günümüzde bu ilkel ama etkili savunma sistemlerini hâlâ görmekteyiz. Düğünlerde, yeni doğan ziyaretlerinde, sünnetlerde (O mavi şeytan gözünün nereye takıldığına dikkat edin, sünnet edilenin yastığında falan olmalı.), yeni açılmış iş yerlerinde vb…
Şeytanın mavi olmayan gözlerinden de bahsetmek gerekirse, ki zaten konumuz Hamsa’nın gelişimi, kamera ve sensör sistemlerine değinebiliriz. Yüksek zekâ sahibi insanlar, müzeler gibi içerisinde birçok değerli eserin saklandığı yerlerde yangın çıkma riskini elage etmek için şeytanın mavi gözü yerine ısı dedektörleri kullanırlar. Hatta, günümüz teknolojisi ile birlikte, bütün müzeyi sular altında bırakmaktansa sadece alevlerin yükseldiği noktalara müdahale eden yangın sistemleri geliştirilmiştir.
Düşünsenize, kasanızda milyarlarca dolar var ve şeytanın mavi gözünü o kasanın üzerine takıyorsunuz… O paraları korumak için kameraların bile yeterli olmadığını düşünüyorsanız, size son model bir taramalı tüfek sistemi gerektiğini anlamışsınızdır. Güvenli odada bulunan güvenlik görevlileri, “şeytanın gözü” rolünü üstlenerek, o paralara zarar vermek isteyenleri oturdukları yerden paramparça edebilirler.
Anlayacağımız şu ki Fâtımâ’nın Eli, armut toplamıyor.
Şimdi bir durup düşünelim; neden bu güvensizlik binlerce yıldır insanların aklını meşgul etmiş ve şeytana sığınmışlar? “Çivi çiviyi söker.” deyiminin anlamı, yani, “Güçlü bir şey, kendisi güçlü olan başka bir şeyle veya durumla etkisiz bırakılır.” inancı nereden gelmiştir? Ve daha da önemlisi, bu binlerce yıllık süreçte nasıl olmuş da dinden dine yayılarak günümüze kadar ulaşmıştır? Neden insanlardan birileri çıkıp da “Ya, bi’ git! Olur mu öyle şey?” dememiş de “Denize düşen yılana sarılır.” gibi destekleyici deyimler akılda kalmış?
Yukarıdaki paragrafta verilen sorular silsilesine inanıyorsanız, çok kötü bir geleneğin ya da gelenekçiliğin içerisinde bulunduğunuzu belirtmeme izin verin. Çünkü bu sorular silsilesi ve “nazar tedbirleri” meselesi bizleri psikolojik olarak “Sen bu sorunu çözmek için yeterli olmayabilirsin. Yetersiz olan kişiliğinin, başkalarından yardım istemesinden utanma! Ve hatta, o kadar çaresiz kaldığını hissedeceksin ki şeytana bile yardım diler olacaksın. Senin özün bu, çocuğum. Sen acizsin!” konuşmasına yönlendiriyor. Sonuç olarak da, büyüklerin büyüklere haddini bildireceğini düşünüyor ve kendimizin ne kadar büyük olduğunu unutur hâle geliyoruz… Acınılası bir politika, değil mi?
Binlerce yıldır, yönetimden yönetime ve dinlerden dinlere aktarılan “nazarcılık politikası” düşünce yapımızı nasıl etkisi altına almış, bunu görebiliyor muyuz? Evet, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak görebiliyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, “Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!” dedikten sonra “Meclise nazar değmemesi için binlerce nazarlık asmalıyız.” dememiştir. Dediği tam olarak şudur:
“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!”
Çaresizlikleri bizlere müjdeleyen herhangi bir durumda, o işin masumu da şeytanı da mavi gözlüsü de biz olmalıyız. O, lanet olsun ki, tecavüz haberlerini ekrana taşıyanların umursamaz sesleri değil, birilerinin tüylerini diken diken edecek olan bizim sesimizin çıkması gerekiyorsa haykıracağız, şeytanın sesiyle haykıracağız. Adaletin üzerine toprak atıldığından eminseniz, o kürekleri ellerinden kaptığınız gibi şeytanın mavi gözü olacaksınız ki gerçek şeytan tarafını belli etsin. Üç kuruşluk deneyimleriyle, sanatçı olmak isteyenlerin duygularıyla oynayan o güruhların da karşısındaki şeytan rolünü yine siz üstleneceksiniz…
Hamsa’nın gelişiminden bahsetmek istediğimizde aklımıza gelen ilk konular, bunlar olmalı. Hamsa’yı hem teknolojik olarak hem de psikolojik olarak geliştirmeliyiz ki o gözlerin bizde zaten bulunduğunu anlayabilelim. Güvensizlik konusunu, insanlara veya olgulara karşı olan güvensizlik olarak değil; kendimize duyduğumuz güvenlik olarak görmeye başlayalım. Sonrasında da bu ufak sorunu çözen gerekli adımları atmaya başlayalım. Ortada tek bir mavi taş (ya da cam, genelde nazarlıklar camdan yapılıyor) kalmayana kadar, içimizdeki Hamsa’yı geliştirelim.
Not: Bu yazının okunması bile Hamsa’nın gelişimindeki ilk adım olabilir. Okuyun, okutun. Bildirge falan değil, içimden gelenleri yansıtıyorum…