BİR FİLM SAYESİNDE ‘ZAMANIN RUHU (ZEITGEIST)’ KAVRAMINI KEŞFETMEK VE DUYARLILIK İLKESİ
Bu yazı ‘Coco Chanel and Igor Stravinsky’ filminin açılış sekansından hareketle yazılmıştır. Yazı içinde ‘alıcı’ olarak nitelenen kişiler bir sanat yapıtına şahit olan, onu deneyimleyen (seyirci, dinleyici vb.) kişilerdir. Dipnotlar yazının sonunda bulunmaktadır.
Yazının ilgili olduğu sekans: https://www.youtube.com/watch?v=grFJDynzvzo
Yazıyı okuduktan sonra ‘Bahar Ayini’nin tamamını dinlemek için:
Igor Stravinsky – The Rite of Spring (Bahar Ayini) https://www.youtube.com/watch?v=EkwqPJZe8ms
İnsan farkında olmasa bile Hegel’in bahsettiği ‘Zeitgeist’[1] kavramıyla yaşar. Toplumlar genlerini korusalar da yaşama, sanata dair algıları belirleyen şey ‘dünyanın ruh hâlidir.’ Modernizmden sonra (buharlı makinelerin icadı) çalışmanın kutsanması [2], pozitivizmin yükselmesi buna örnek gösterilebilir. Günümüzde ise kapitalist yaşamın getirisi olan hedonist davranışlar kolayca gözlemlenebilir hâlde. Bugün için hayat yalnızca eğlence için var olan bir ortam gibi geliyor insana. Hazza yönelik olmayan yaşam yanlışlanıp kolayca dışlanabiliyor. Çünkü kitleselleşmiş bu davranış hedonizmin modasının geçtiğini veya geçmekte olduğunu, işe yaramazlığını ortaya çıkaran eylemleri yok etme, yalnız bırakma eğiliminde. Ancak eninde sonunda bu kitlesel davranışlar zamanın ruhuna göre değişecek, eski düşünce tarzını benimsemeye devam eden insanları, eylemleri eleştirmeye, devre dışı bırakmaya çalışacaktır. Tüm bunların tarih boyunca tekerrür ettiğini göz önünde bulundursak da insanın ‘yeni ruhu’ keşfetme, ona alışma sürecinde neden bu kadar zorlandığını anlamakta yine de güçlük çekeriz.
‘Zamanın ruhunu’ veya gelecek zamanın ruhunu insanlara en iyi anlatabilecek kişiler sanatçılardır. Bu noktada ise bir sorun meydana gelir. Alıcı, alıştığı sanatsal anlatım biçimlerini sahiplenip onları tabu olarak görmeye başlar. Sebeplerinden birisi, benzer sanatsal anlatım biçimleri taşıyan eserlerin defalarca gösterilmiş, felsefesinin de o oranda çözülmüş olmasıdır. Alegorik olarak açıklayacak olursak; bahsettiğimiz, alıştığımız anlatım biçimleri, birbirine benzer halkalarla zincir oluşturmak gibidir. Eserler süreç içinde anlaşılabilir hâle gelirlerken bir noktada da hepsi birbirine bağlıdır. Alıcılar için algılayışın kolaylaşması, eserlerin biçimlerine ‘bağlılık veya yakınlık’ yaratırken aynı zamanda yakın hissedilen biçimin mutlak doğru kabul edilmesine yol açar. Kötü yanı ise, değişimi ve arayışı öğütleyen sanat, dokunulmaz, duyarlı bir konu ve alan hâline gelir. Samuel Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’ adlı eserinin beğenilmemesinin nedenlerinden biri budur. Goya’nın resimlerinin çirkin bulunması, realist ressamların halkı resmetmeye başlamasının alay konusu olması, ötelenmesi de buna bağlıdır.
Zamanın ruhu ekseninde sanat yapıtı/sanatçı ve alıcı arasındaki asıl çatışma, yenilikçi bir eserin alıcıların büyük bir kısmını dışarıda bırakmasıdır. Sanatçılar, dünyanın dönüşümünü önceden sezer ve şimdiye değil, yarına yönelik düşünmeye çalışır. Onları arayışa iten şey, içinde bulundukları zamanın miladını doldurduğu hissidir. Hatta çoğu zaman gelecek felaketlerin, yıkımların, toplumsal çözümleri sezerek meydana getirdikleri eserlerle toplumları uyarmışlardır. Tıpkı Robert Wiene’in, ‘Nosferatu’ filminde ‘vampirleşen insan’ metaforunu kullanarak Almanya’da yükselişe geçen Nazilere karşı halkı uyarması gibi…
Gelecek zamanın ruhunu yakalayarak sanat yapan kişilerin yapıtlarının birçoğu, meydana geldikleri dönemdeki alıcı tarafından tepki görmüştür. Aslında, eserler meydana, alıcının zevklerini belli oranda göz önünde bulundurarak getirilir. Fakat sanatta bir arayış içinde olan ‘kişilerden’ bunu beklemek hatadır. Yine de alıcılar, tamamen kendileri gözetilerek yapılmış yapıtları izlemeyi, dinlemeyi veya görmeyi tercih ederler. Aksi olduğunda ise bahsetmeye çalıştığım gibi eserlerden uzaklaşmış olur, kendilerini ‘dışarıda bırakılmış, itilmiş’ hissederler. Böyle durumlarda alıcılar, eserden daha çok sanatçıya sinirlenmeye meyillidir. Çünkü birçoğu, bir başkası tarafından aptal yerine konulduğu hissini içinde taşımaya başlarken eseri bir tür ‘saçmalık’ olarak görür ve sanatçıya karşı da ad-hominem[3] uygulayarak onu değersizleştirmeye çalışır. Ülkemizde Nuri Bilge Ceylan filmlerinin çoğunluk tarafından elle tutulur argümanlar sunulmadan eleştirilmesi veya küçümsenmesi önümüzdeki en net örneklerden biri olabilir. Hepsini göz önünde bulundurunca, alıcıların çoğu için, alıcıya göre eser üretmenin veya üretmemenin bir ‘duyar’ ilkesi olduğunu kavrayabiliriz. Aynı zamanda bunu önemsemeden ya da daha az önemseyerek bir şeyler meydana getirmeye çalışan sanatçıların neden kötü tepkilere maruz kaldığını anlamamız da kolaylaşır.
Jan Kounen’in ‘Coco Chanel and Igor Stravinsky (2009)’ filminde sergilenen ‘Paris’in Fiyasko Gecesi’ sekansında şimdiye kadar anlattıklarımızın tümüne şahit olabilme imkanımız var. Paris’te, Stravinsky’nin sonradan büyük ün kazanacak olan eseri ‘Bahar Ayini’ ilk kez sergilenecektir. Şehrin en saygın, en kalburüstü insanları bu baleyi finanse etmiş ve özel gösterimde yerlerini almıştır. Coco Chanel de diğer önemli kişiler gibi o gece oradadır. Olayın gerçekten yaşandığı tarihler, I. Dünya Savaşı’nın arifesidir. O dönemde sanattaki arayış ‘biçimsizleşme’ üzerine yoğunlaşmış hâldedir. Sözü geçen zamana kadar ölçülerle, kurallarla işleyen şiir sanatı, Tristan Tzara’nın ‘dadaizmiyle’[4] neredeyse ‘terörize’ edilip bozulurken Pablo Picasso, kübik yaklaşımlar sergilemeye başlamış, resim sanatında farklı bir kapı açmıştır. Hatta biraz daha eskiye gidersek, tüm bunları sezmiş olan Van Gogh, modern sanatın temellerini küçük bir köy olan Arles’te atıyorken müzik alanında ise, çok ünlü müzisyenler olmasına karşın bu tip bir ‘bozma’ eylemine henüz rastlanılmamıştır. Tabii ki Stravinsky’ye kadar… Stravinsky tonal[5] ile atonali[6] birleştirerek müzik dünyasının ‘bozguncusu’ olmuştur. Sanatın o dönemdeki arayışını göz ardı etmeden Foucault’a kulak verirsek, Stravinsky’nin zamanın ruhunu nasıl hissettiğini anlamamız kolaylaşacaktır. Foucault, postmodern dönemdeki aşkı tanımlarken bile, bir iktidar mücadelesinden bahseder. Aşkın her zaman bir iktidar barındırdığını ve her aşkın da, aşktaki bu iktidara baş kaldıran bir özneyi bulundurduğunu söyler. Gelecek dönemde oluşacak postmodernizmin bu duruşunu sezen Stravinsky daha başlarda bahsettiğimiz gelenek zincirine uyum sağlamak yerine ona baş kaldırmayı seçmiş, sonunda ise hakarete uğramıştır.
Aslında Igor Stravinsky’nin ‘Bahar Ayini’ eserinin ne kadar etkileyici olduğunu filmde de kolayca görebildiğimiz kötü tepkilerden anlayabiliyoruz. ‘Kötü’ ya da ‘sanatsal değeri düşük’ bir eserin ilk gösteriminde orada bulunan, hatta bunu finanse eden kişiler, o eserin değersizliğini fark ettiğinde, Stravinsky’ye verdikleri ölçüde büyük ve sinirli tepkiyi vermezler. Aksine rahat, alaycı ve memnuniyetsiz bir tavır takınırlar. Çünkü bir eserin kötü veya iyi olduğunu algılayabilmek, onun ‘algı eşiğini’ geçmediğinin işaretidir. Yani alıcının zihnini provoke etmez; nitekim edecek güçte de değildir. ‘Bahar Ayini’ ise alıcının konumlandıramadığı, akıl edemediği bir yerde alışılmış müzik biçimini bozarak alıcının zihnindeki müzik tanımını sarsmış ve sorgulamaya itmiştir. Hâliyle, bahsettiğimiz gibi, bu sanat algısını mutlak doğru kabul etmiş seyirciler esere aşırı tepki vermiş, içlerinde Stravinsky’ye küfür edenler dahi olmuştur. Üstelik bu insanlar, Paris’in gözde entelektüelleridir. Aslında verdikleri tepki de bir tür ‘duyarlı insan’ tepkisidir. Söz gelimi, bir dini kötüleyen, çocuklara karşı hor görülü bir bakışı olumlayan eserlerin sahiplerine verilecek tepkilerdir bunlar. Eser sahibinin ahlâk anlayışı sorgulanır, eser sahibi beceriksizlikle itham edilir ve olanca öfkeyle ötekileştirilir; Stravinsky’ye yapıldığı gibi. Dünyanın böyle ‘düzensiz’ bir müziğe ihtiyaç duymadığını savunuyorlardı belki de kendilerince. Aynı zamanda beklentileri boşa çıktığı için hüsran da duyuyorlardı. Ama salondaki herkes böyle değildi; Coco Chanel ve müziği ayakta alkışlayan bir grup insan da oradaydı. Filmin bu açılış sekansı, bir eserin iyi veya değerli olup olmadığını belirlemede alıcı tepkisinin tek başına bir ölçü olamayacağını da bize ironik olarak gösteriyor. Çünkü biz bugün için, ‘Bahar Ayini’nin ne büyük bir eser, Stravinsky’nin de ne büyük bir sanatçı olduğunu biliyoruz.
Salondan homurtular, hakaretler yükselirken Coco Chanel’in yüzündeki hayranlık ifadesi, müziği beğenmiş bir başka adamın ayağa kalkıp hakaretleri durdurmaya çalışması sanatın nelere yol açabileceğine, ne kadar değerli olabileceğine karşı kuvvetli bir anlatım sağlıyor. Chanel, gözlerini fal taşı gibi açıp yudum yudum gülümserken yer yer kameranın yakın çekimde kalması veya çok ufak kamera hareketleriyle yaratılan saniyelik sarsıntı hisleri, Stravinsky’nin ortaya koyduğu şeyin büyüleyiciliğini gösterirken; öfkeden deliye dönmüş topluluğa ‘‘Kendini beğenmişler!’’ diye bağıran o tek kişi de, salonda bulunanların müziğin etkisiyle nasıl harekete geçtiğini kolayca anlatabiliyor. Yani, zamanın ruhunu yakalayanlar ile yakalayamayanlar arasında, müzikal bir eser kullanılarak yaratılan çatışmayı yaklaşık on dakika kadar heyecanla deneyimliyoruz. Bu da yönetmenin plan seçimleri, müziği sahneye yerleştirme başarısıyla estetik bir hâl alıyor ve etkisini artırıyor ve dünyadaki ruhun değiştiğini artık iyice kavrıyoruz. Stravinsky artık bir usta olarak görülüyor ve eserlerine saçmalık diyecek insanların sayısı da en azından Paris’te azalıyor. İnsan farkında olmadan değişen zamana adapte olup onu bir duyar hâline getiriyor ve bu durum hiç değişmeden tekrarlanıyor. Günümüzde, Stravinsky’yi beğenmiyor olmak ‘duyarlı bir konu’ hâline gelebiliyor.
Toparlayacak olursak, insan tarih boyunca zamanın ruhu tarafından hapsedilmiş, tesiri altında kalmıştır. Yaşanılan çağın doğruları, sanat, ahlâk felsefe vb. algısı tıpkı din, çocuk konuları ve temaları gibi ‘duyarlılık gerektiren’ içeriklerdir. Belki de psikolojik bir itki olarak insan yaşadığı çağın eskidiğine, dönüşeceğine inanamamakta ve bunu sert şekilde reddetmekte, değişen ruha uyum sağlayamayacağından korkmakta; ve bu tip eserler de korkularını, yetersizliklerini kaşıdığı için de sinirlenmektedir. Stravinsky’nin başına gelen belki de yalnızca buydu: Kendi korku ve yetersizliklerinden dolayı çağını hassas ve dokunulmaz bir konu olarak benimsemiş zengin insanların duyarlı davranışları (!)
Dipnotlar
- Belli bir dönemdeki toplumsal trend, yönelim.
- Paul Lafargue’nün, kapitalizmin yayılmasında bir yöntem olarak kullanıldığı öne sürdüğü propaganda. Lafargue bunu, insanların buharlı makinenin icadından sonra daha az çalışmak zorunda olmasına rağmen, kendilerini daha fazla çalışmaya zorlamalarına yol açan şey olarak görür. (Kaynak: Paul Lafargue – Tembellik Hakkı)
- Bir insanın fikirlerine değil, konsept dışı olarak kişiliğine, karakterine, duygularına, niteliklerine vb. saldırmak. (Kaynak: https://cmbserbestbolge.wordpress.com/2014/11/24/ad-hominem-nedir/)
- Dil ve estetik kurallarını tanımayan, anlatımda başıboş bir yöntem benimseyen, kapalılığı amaçlayan sanat akımıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde T. Tzara adlı gencin öncülüğünde bir grup şair tarafından kurulmuştur. Bu genç şairler, Fransızca’da “oyuncak tahta at” anlamına gelen “Dada” sözcüğünü akımlarına isim olarak seçerler. (Kaynak: https://www.edebiyatogretmeni.org/dadaizm-kuralsizlik/)
- Ses perdesine ait, ses tonuna ait (Kaynak: http://www.nedirnedemek.com/tonal-nedir-tonal-ne-demek)
- Ton ve makam temeline dayanmayan. (http://www.nedirnedemek.com/atonal-nedir-atonal-ne-demek)