Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski ve Friedrich Nietzsche gibi ‘Varoluşçuluk Akımı’nın tarihteki en güçlü temsilcilerinden biri olmasının yanında, ‘Varoluşçu Marksizm‘ öznel yorumu ile 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olduğunu kanıtlamış, 1964 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi(*) Fransız felsefeci ve yazar.
“Hayat, bir insan için üç bölümden ibarettir; dünyayı değiştireceğini sandığı, değişmeyeceğini anladığı ve kendisinin değiştiğini gördüğü.”
1905 Haziranı’nda Paris’te varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sartre’nin annesi Anne Marie Schweizer, ‘Nobel Edebiyat Ödülü‘ sahibi Alman yazar Albert Schweizer‘in kuzeniydi. Babasının, o henüz 15 aylıkken ölümü nedeniyle Sartre’nin eğitimi ile annesi ilgilenmiş, küçük yaşlarda edebiyat dersleri almasını sağlamıştı. Gençlik yıllarında, Kant, Hegel ve Heidegger okumaya ve ‘Batı Felsefesi‘ne ilgi duymaya başladı. Lise eğitimini tamamladıktan sonra ünlü Fransız okulu ‘Ecole Normale Superieure‘da eğitimini sürdürdüğü yıllarda, Simone de Beauvoir ile tanıştı ve onun yardımlarıyla Sorbonne’a geçerek 1929 yılında felsefe doktorasını alana kadar burada öğrenimine devam etti.
“Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, Pazar gününün bitişiydi bu.”
1936 yılına kadar Berlin, Neuilly ve Le Havre‘da felsefe öğretmenliği yapan Sartre, kitap yazabilmek için bir süreliğine öğretmenliğe ara verdi. Aynı yıl “L’imagination” (İmgelem) adlı ilk kitabını yayımladı. Sonra sırası ile “La Nausée” (Bulantı)-1937, “Le Mur” (Duvar)-1938 adlı eserleri yayımlandı. Sartre’nin felsefi düşüncesine paralel olarak kurgulayıp geliştirdiği bu ilk dönem eserlerinde kullandığı yazın türleri, uzun hikayeler, denemeler ve denemelerden türetilmiş romanlar olarak karşımıza çıkar. Bu eserlerin, “Roquentin” (Duvar adlı eserinin baş kahramanı) örneğinde olduğu gibi kimi istisnaları dışındaki ortak özellikleri, belli bir kişi, tarih ve olay üzerinde yoğunlaşmaksızın, yaşama ve varoluşa dair genel kavramlar üzerinde anlatıya dayanmalarıdır.
“İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavrında gizlidir. ”
Sartre’nin askere alınması, esir düşmesi ve ardından kaçışı ile Almanlara karşı direniş hareketine katılması onun, tarih, olaylar ve gerçek kahramanlarla yüzleşmesini sağladı. Birinci dönem eserlerinin aksine, onun ikinci dönem eserlerinde; kişi, olay ve tarih örgüsü belirgin bir biçimde kendisini hissettirmektedir. Kendi yaşam felsefesini anlattığı “L’etre et le néant“(Varlık ve Hiçlik)-1943 adlı eseri ile “Les mouches”(Sinekler)-1943 adlı ilk oyununu da bu dönemlerde yazdı. Bunları, 1945 yılında peş peşe yayımlanan Özgürlük Yolları, Akıl Çağı, Yaşanmayan Zaman, Bekleyiş adlı eserleri izledi. 1949 yılında bir roman taslağı olarak yayımlanan “Tükeniş” adlı çalışmasında da aynı etkinin yansımaları gözlenir. Tükeniş‘te olaylar, 1937-40 sürecinde gelişir. Büyük savaş öncesi benzer dertleri ve sıkıntıları paylaşan insanların oluşturduğu genel fon üzerinde özel hayatların detaylarına girilerek, hainlikler ve alçaklıklar irdelenmiş, kişilerin zor koşullar altındaki davranış biçimlerine öznel yorumlar getirilmiştir.
“Her seçiş aynı zamanda bir vazgeçiştir.”
Sartre, 1944 yılından itibaren Albert Camus ve Andre Malraux ile birlikte “Combat” gazetesinde yazmaya başladı. Savaşın son dönemlerinde solcular, direnişçiler ve modern varoluşçuların kurtuluş hareketleri doğrultusundaki büyük dayanışması, arkadaşları Simone de Beauver, Queneau, Vian, Camus, Giacometti ve Le İris ile birlikte ünlenmelerini sağlayan en önemli unsur oldu. Paris‘te 1945 yılında verdiği bir konferansta varoluşçuluğu; ” “Varoluşçuluk hümanizmdir.” sözleri ile açıklayacaktı.
“Aşk, iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.”
Sartre’nin tiyatro anlayışında eğlenceye, belli kahramanlar ve onların korku, endişe ya da hayranlık uyandırıcı kahramanlıklarına dayalı bir kurgulama yoktur. Onun için tiyatro, düğümün daima akılcı düşünce ile çözüldüğü, çağın can alıcı toplumsal sorunlarının ele alındığı ve tartışıldığı bir agora olarak kalmalıdır. Sartre, bu belirgin tavrı ile Bertolt Brecht‘ i andırır. 1943 yılında yazdığı Sinekler adlı eseri de dahil olmak üzere sonraki yıllarda kaleme aldığı, Saygılı Yosma ve Mezarsız Ölüler-1946, Kirli Eller-1948, İyi Tanrı-1951, Kean-1953, Nekrassov-1955, Troyennes-1965 tiyatro oyunlarında bu temel prensibe sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.
“En büyük günah pişmanlıktır.”
Jean Paul Sartre, yaşamın pratiklerinden hareketle bireyin toplum içerisinde gerçekleştirdiği eylemlerin gerçekleşme nedenleri ve biçimleri üzerine felsefi kuramlar geliştirmiştir. Bununla birlikte, salt teori eşiğinde kalmayıp aynı zamanda bir kalkışmacı olması, onun “Özgün Entelektüel” olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Soğuk savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği‘nin sömürgeciliğe karşı tavrını desteklemesi ve tutuklanmasına rağmen Fransa‘nın Cezayir‘e karşı uyguladığı sömürge politikasını şiddetle yermesi bunun güzel örnekleridir. Hakkını arayan insanların kalkışmalarında çoğu kez baş saflarda yerini almış, haklı olduğuna inandığı bir çok gösteri ve yürüyüşte defalarca fotoğraflanmıştır. 1968 yılında gerçekleşen Renault Fabrikası işgalinde o yine baş saflardadır.
“Bir şey, sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez , ona anlamını veren ölümlü oluşudur. “
Sartre’nin “Varoluş özden önce gelir” tanımlamasının altında yatan; insanın, dogmalarda vurgulandığı gibi ‘önceden belirlenmiş ve şekillendirilmiş bir varlık’ olmadığı, onun kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararları ve eylemleri ile belirleyecek olduğu düşüncesidir. Ona göre insan, önceden belirlenmiş bir benliğe sahip değildir. O, yaşadığı çevre ile etkileşimine bağlı olarak verdiği karar ve gerçekleştirdiği eylemleriyle varoluşunu şekillendirecek, özünü ortaya koyacaktır. Diğer bir deyişle insan, kendisini öteki veya ötekiler ile olan ilişkisine göre tanımlayacak ve konumlandıracaktır.
”Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar!”
Onun için her hangi bir şey hakkında düşünmek ve bu düşünceleri kağıda dökmek bir davaya kendini adamak anlamına gelmektedir. Ortaya koyduğu eserlerinde ince detaylara gösterilen özen bunun en önemli kanıtıdır. 1980 Baharı’nda aramızdan ayrıldığında, ardında siyasi, edebi ve felsefi değeri tartışılamayacak çok sayıda deneme, kritik, siyasi metin, roman ve oyun bırakmış, 17. yüzyılda şekillenmeye başlayan ve Heidegger‘ le hayat bulan ‘Modern Varoluşçuluk Akımı’ na 20. yüzyılda getirdiği öznel yorumlarıyla, bu hareketin gerek siyasi ve gerekse felsefi anlamda popülaritesinin artmasına büyük katkılar sağlamıştır.
(*) Bu ödülü “temel prensiplerine aykırı bulduğu” için kabul etmemiştir.