Slovak asıllı bir ailenin ABD’nin Pensilvanya eyaletinde dünyaya gelen oğlu Andy Warhol, I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden on yıl sonra doğmuştu. Gerçek adı Andrew Warhola olan sanatçı, çok erken yaşlarda geçirdiği rahatsızlık nedeniyle vaktinin çoğunu evde geçirmeye başladı. Vakit geçirmek için yapmaya başladığı çizimler onun sanatının da temelini oluşturdu. Andy Warhol’un hayatında annesi oldukça önemli. Zira Andy en büyük desteği annesi Julia Warhola’dan görmüş. Annesinin de çizim yapıyor olması Andy’nin sanatla iç içe büyümesini sağlamıştır. Carnegie Teknoloji Enstitüsü Sanat ve Tasarım Bölümü’nden 1949 yılında mezun olan Andy Warhol, mezuniyet sonrası ilk iş olarak New York’a taşındı. Sanat yapmak istiyorsa olması gereken yerin New York olduğunu bilen Warhol; Glamour, Harper’s Bazaar gibi ünlü moda dergileri için çizimler yapmaya başladı. Çizim yaptığı yazılardan birinin altına yanlışlıkla adının Andy Warhol olarak yazıldığı ve sanatçının da adını bu şekilde kullanmaya başladığı söylenir.
Farklı desenleri ve çizimleri beğeni toplayan Andy Warhol, Truman Capote’nin hikâyelerine yaptığı çizimlerden oluşan ilk sergisini 1952 yılında açtı. Aynı zamanda 1953-1955 yılları arasında bir tiyatro topluluğu için sahne tasarımları da yapıyordu. Andy Warhol, çalışmaları için daha büyük alanlara ihtiyaç duyuyordu. Bunun için 1963 yılında, stüdyosunu Manhattan’da bir binanın beşinci katına taşıdı. Stüdyoya “Fabrika” adı verildi. Gerçekten de bu stüdyo Warhol’un bir nevi üretim fabrikasıydı. Burası kısa sürede dönemin sosyetesinin ve sanat camiasının uğrak yeri olacaktı
Andy Warhol ve Yeraltı Sineması
Andy Warhol hep aynı şeyi yapmaktan sıkılmıştı. Bir gün bir parti çıkışında arkadaşlarına “Film yapacağım. Resim yapmak bir iş ama film yapmak tamamen eğlence” dedi. Sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu hemen gidip aldığı 16 mm’lik kamerası ile kanıtladı. Birbiri ardına filmler çekmeye başladı. Bazıları kısa bazıları da oldukça uzundu. Örneğin, ‘Empire’ adlı filmi tam sekiz saatti ve Empire State Binası’nın karşısına konulmuş kameranın sekiz saat boyunca çektiği görüntülerden oluşuyordu. Altı saat boyunca uyuyan birini çektiği bir diğer filmi “Sleep” ile Warhol yine dikkatleri üzerine çekti. Filmleri çoğu kişi için birini gözetlemekten ibaret olan Warhol konuyla ilgili şunu söylemişti: “Birisinin yazdığı kitabı okumaktansa, kendine iç çamaşır alışını seyretmeyi tercih ederim.” Andy Warhol bu yolla, ‘’yeraltı sinemasını’’ beslemiştir.
Günümüzde, uluslararası sinema alanında, ticari film endüstrisinin dışında üretilen ve dağıtım yapılan; genellikle yapımcılığını, yönetmenliğini, senaristliğini, görüntü yönetmenliğini ve kurguculuğunu aynı kişinin yaptığı, yönetmenin kişisel sanat tutumunu yansıtan ve ticari filmlere oranla gerek biçim, gerekse teknik ve içerik yönünden daha özgür filmlere “Yeraltı” sineması anlamında “Underground” denilmektedir. “Underground” sinemanın geçmişine değinirsek; 1918’den sonra Fransa da René Clair, Fernand Léger, Marcel Duchamps, Man Ray, Luis Bunuel; daha sonra 1930’lu yıllarda Jean Cocteau tarafından başlatılan deneysel filmler akımı 1960’lı yıllarda Amerika’da yayınlanan manifestoyla yeniden rağbet görmüştür. Yeni Amerikan Sinema akımının bir alt türü olarak Hollywood’un ticari sinemasına karşılık, amatörce denemeler yapılıp ucuz bütçeyle üretildiği için, piyasaya çıkmayan bu tür filmlerin Amerika’daki ünlü yönetmenleri içinde: VanDerBeek, Jonas Mekas, Kenneth Anger, Gregory Markopoulos, Stank Brokhage, Ken Jacobs, Mike ve George Kuchar, Jack Smith ve pek tabii ki Andy Warhol gibi adlar bulunmaktadır (Onaran 1999: 146).
Baudrillard’ e göre (2006: 98-100) sıradan bir görüntünün, arzudan yoksun bir varoluşun fetişizme, estetik ötesi fetişizme katan ilk sanatçı Warhol’dur. Bu fetişist değişim, Warhol’u Duchamp’dan ve tüm öncüllerinden ayırır. Çünkü Duchamp, Dada ve gerçeküstücülerle, temsiliyeti yapıçözümüne uğratmaya ve sanat yapıtını parçalamaya uğraşan herkes hala avangard akıma dahildir. O’Neill’e göre (2003:616) Warhol, film yapmaya başladığında, bir endüstri ve toplumsal fenomen olarak Hollywood’dan derinden etkilenmiştir. Warhol, sinematografik zamanı ve izleyicinin filmle ilişkisini temel bir şekilde yeniden tasarlamaktaydı. Ayrıca, kendini her şeyi gören bir katalizör olarak genel yönetimi üstlenmişti. Bir çok filminde minimal anlatı, genellikle cinsel ve ekonomik değişim ve sonuçsuzlukların söz konusu olduğu bir öyküyü anlatan bir araya getirilmiş birtakım doğaçlama sahneleri içermektedir. Kaliç (1992: 77-79), Warhol’un Deneysel Sinema yaşamını; Hareketsiz Filmler Dönemi, Sesli Dönem, Chuk Wein Dönemi, Çoklu Perde Kullanımı Dönemi olmak üzere dört dönem halinde incelemiştir.
Hareketsiz Filmler Dönemi: Bu döneminin ilk çalışması belirleyen “Uyku” (Sleep, 1963) filminde Warhol, “günlük zaman ve perde zamanı” kavramlarını perdede çakıştırarak, “zaman” kavramına kendine göre bir yorum getirir. Temelde hiçbir şey olmayan bu dönem filmlerinde Warhol’a göre altı çizilmek istenen, yaşamın durağanlığı, sıkıcılığı ve bundan doğan “anlamsızlık” duygusudur (Kaliç 1992: 77- 78). Parkinson’a göre (1995: 200) Warhol’un erken dönemi filmleri olan “Empire” (1964) ve “Uyku”da onun grafik geçmişinin minimalist anlayışları gözlenebilmektedir. Ayrıca, bu filmlerde zaman kavramı sorgulanmaktadır. “Empire” filmi 8 saat sürüyordu ve yapımı, Empire State Building’in karşısına konulmuş bir kameranın 8 saat boyunca sabit bir noktada çalıştırılmasıyla gerçekleşmişti (Smith 2000: 22). “Sleep”in konsepti de buna benzemekte, uyumakta olan birinin 6 saatlik uykusu görüntülenmektedir. Altı haftada çekilen film, onar dakikalık parçalardan ve üç saatlik iki bölümden oluşmakta, her bir bölüm ikişer defa oynatılmaktadır.
Sesli Dönem: 1965 yılında yapılan “Sürtük” (Harlot) filmi ilk dönemi bitirir ve “Sarhoş” (Drunk, 1965) filmiyle Warhol’un sesli dönemi başlar. Bu dönemin filmleri, senaryoları genellikle Ronald Travel tarafından yazılan dramalar olup bir çoğu küçük hatalarla gözden kaçan yapımlardır (Kaliç 1992: 77-78). Warhol’un ikinci dönemi olarak bilinen bu dönem çalışmalarından “Sürtük” doğrudan optik eşlemeli ses kullanan ilk filmidir. “Mutfak” (Kitchen, 1965) filminde ise, yeni bir ilgi alanı olarak, beyaz duvarlarla çevrili durumda yüz yüze gelen insanla nesnenin aynı düzleme gelme süreci önemlidir. Warhol’un “Mutfak” alanına bir fotoğrafçı sokması izleyicileri filme kendini vermekten alıp, farkındalıklarını mekana yöneltmelerine neden olmaktadır.
Chuk Wein Dönemi: Kaliç’ e göre (1992: 77- 78) Warhol’un süpervizörlüğü altında, filmlerin yazın ve yönetimlerin Chuck Wein’in üstlendiği üçüncü dönem çalışmalarından bazıları; “Güzellik No.2” (Beauty No.2, 1965), “Cezaevi” (Prison, 1965), “Zavallı Küçük Zengin Kız” (Poor Little Rich Girl, 1965), “Adamım” (My Hustler, 1965)
Çoklu Perde Kullanımı Dönemi: Warhol’un dördüncü dönemi “Kamp” (Camp, 1965) filmiyle başlamaktadır. Bu dönem daha çok, çoklu perde kullanımının önemiyle özgünlük kazanmaktadır. Bu yıllarda yaptığı çalışmaları en ünlüsü “Chelsea Kızları” (Chelsea Girls, 1966) filmidir. “Chelsea Kızları” içerik açısından, New York’taki açık sanat stüdyosundaki kameraların tüm gelişmeleri ve sıkıcı konuşmaları kayda aldığı olağandışı bir çekim tekniğinin örneğidir (Abrams ve Bell 2001: 281). Yaklaşık üç buçuk saat uzunluğundaki “Chelsea Kızları” ikiz bir perdede gösterilmekte, toplam süresi yedi saate çıkmaktadır. İçerikleri birbirleriyle bağlantısız yarım saatlik bölümlerle film, iki ayrı göstericiden birden gösterildiğinde, sesler anında eşlemeli olmaz. Renkli film sol, siyah beyaz sağ yanda sunulmaktadır (Coşkun 2003: 223).
Baudrillard’e göre Warhol, sanatçının ve yaratıcı eylemin hiçe indirgenmesinde en üst noktada yer almaktadır. Warhol ile birlikte, asgari varolma iddiası, amaç ve araçların asgari stratejisi söz konusudur. Düşsel niteliği dışlamak ve katıksız bir görsel ürüne dönüştürmek için herhangi bir görüntüden yola çıkar. Ayrıca, Warhol’un görüntüleri, sıradan görüntüler değildir; bunun nedeni sıradan görüntüler olmaları durumunda sıradan bir dünyanın yansıması niteliğinden öteye geçemeyecekleri değil, yorumlanacak bir konu içerme savını gitmemelerinden kaynaklanmaktadır. Warhol’da her şey yapaydır: Nesne yapaydır, çünkü özneyle değil yalnızca nesne arzusuyla ilintilidir. Burada görüntü yapaydır, çünkü estetik bir taleple değil, yalnızca görüntü arzusuyla ilintilidir. Bu anlamda Warhol, yabancılaşmanın son aşaması olan kökten fetişizm aşamasına geçmiş ilk sanatçıdır.
Pop Art ve Video Art
Roy Lichtenstein’ın şu sözleri, pop art’ı gayet güzel özetliyor:
“Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya (filmler, fotoğraflar, reklamlar vs) tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.” ABD’de, Pop-Art ve onun uzantısı kabul edebileceğimiz Video Art, birbirlerine çok yakın zamanda, çok benzer neredeyse aynı sosyolojik ortamda ortaya çıkmıştır. Nitekim birbirlerini peşi sıra takip etmişlerdir. Andy Warhol sineması biçimsel olarak da video art’a ilham vermiştir. Medyanın ve Hollywood’un çok yoğun propaganda yaptığı dönemde, halkın teknolojiye kendini kaptırıp gittikçe mekanikleşmesi esnasında Warhol çektiği filmlerle hayatın sıkıcılığı ve durağanlığını insanlara gösterirken, zaman içinde hiçbir şeyin değişmediğini anlatmak istedi. Bu anlatı biçimi, bilhassa zaten sisteme karşı duran video art için bir örnek oldu. Çünkü videonun bir çerçevesinin olmadığına dolayısıyla da insanın hayal gücü oranında özgür olduğuna inancı kuvvetlendirdi. Andy Warhol, afişlerinin aksine, filmlerinde, kısa filmlerinde ve videolarında karmaşadan uzak durdu. Ancak video art’cılar, Warhol’un afiş ve resim kolaj tekniklerinden, eserlerinden oldukça etkilenerek görüntü bozumları gibi teknikleri daha sık denediler. Andy Warhol ve onun pop-art’ı bir nevi, video art’ın el kitabıydı. Aynı zamanda Warhol’un öykü anlatma çabasının olmamasıi video art fikrini de bu yönde ateşledi. Andy Warhol, filmlerinde ve videolarında double screen kullanarak kontrast iki görüntünün oluşturduğu anlamsızlıktan bir anlam çıkarma yoluna gitti. Böylelikle aynı zamanda farklı insanlar ve farklı zamanda aynı insanlar aynı kare içinde gösterilebiliyordu. (The Chelsea Girls) Kullandığı bir başka yöntem ise, benzer görüntüleri art arda göstermekti. Bu yolla insan ifadesine karşı hissizleşmeyi, ve devamlı gördüğümüz bir görüntünün etkisini yitirdiğini göstermek istiyordu. Böylelikle dolaylı yoldan mevcut propagandalara maruz kalmış halkın, karşılaştığı tüm kötü şeylere karşı artık duyarsızlaştığını yumuşak bir dille anlatıyordu. Nitekim zaman içinde sesi kısılmış bir toplumla yüz yüze kalındı. Video art, pop art’tan aldığı bu bayrağı, halkı harekete geçirmek için kullanırken Andy Warhol bunu tamamen kişisel zevkine dönüştürmüştü.