Bak şu işe. Yine aynı saatlerde geçiyor kapımın önünden sırma saçlım. Nasıl da savuruyor saçlarını rüzgâra karşı. Öyle aceleyle nereye gidiyorsun her gün, bir bilsem.
Sorsam diyorum, insem aşağıya bir koşu. Kessem yolunu. Böyle balkondan olmuyor her Allah’ın günü.
Sen kaybolana dek gözümü ayırmadan bakıyorum sana, saçlarına, nazlı nazlı salınmana… Hiç fark etmedin bir an bile. Bir an bile bakışamadık göz göze. Yokum aslında ben, değil mi?
Bugün tam iki ay oldu sen bu sokağa taşınalı ve tam elli yedi gündür, günün bu en güzel saatlerinde gözümün önünde süzülüyorsun. Kendini yokuş aşağı bırakman ne güzel. Ne güzel, giydiğin elbiseler. Kim bilir nasıl güzel “sen” kokuyordur. Bir de bana bak. Asılı kaldı duygularım sende.
Saat kaçta dönüyorsun, hiç yakalayamıyorum seni. Aç susuz bekliyorum yine de olmuyor. Uyumasam, gözümü bile kırpmasam diyorum. Yine olmuyor.
Sokağın başındaki yeşil boyalı eve taşındı dediler senin için. Orta katı ne güzel şenlenmiştir şimdi. Ne iş yaptığını sormamışım. Ah bu kafam! Hoş, bilsem ne olacak ki? Çalıştığın yere mi geleceğim? Ben anca seni uğurlamayı bilirim, senden habersiz. O gün ne renk giydiğini bilirim, kaç adımda gözümden kaybolup gönlüme yürüdüğünü bilirim. Oysaki ne göz rengini bilirim ne de ismini…
**
Kaç gün oldu bilmiyorum. Sanıyorum iki ay veya ona yakın. İyi mi yaptım bu mahalleye taşınmakla, onu da bilmiyorum.
Kiralık da olsa yeşil boyalı bir evim var, önü küçük bir bahçeye bakan. Yeşil duvarlarım var. Tamam, yeşili severim de içime fenalık geldi ayol bu kadar yeşillikten.
Haftada bir gelen sütçü ve aldığım öteberileri taşıyan bakkal çırağından başka kimseyi gördüğüm yok. Hem içimden gelmiyor konuşmak hem de vaktim yok ki laflamaya.
Sabah ona doğru evden çıkıyorum. Ah, söylemeyi unuttum. Beni sokağın ortasındaki bir evin üst katından her gün dikizleyen bir hayranım var. Böyle hayranım yazdığıma bakıp da hoşuma gittiğini sanmayın sakın. Nasıl rahatsızlık verici bir bilseniz. Oradan geçmeyeyim, dolanayım diğer sokaktan, diyorum. Olmuyor. Ancak dönüşte farklı bir sokaktan yürüyebiliyorum. Sanki ayaklarıma kara sular inmemiş gibi…
Şirketin servisi yokuşun aşağısında bekliyor bizi. Şirket deyince ne anladınız bilmem. Temizlik şirketi bizimki. Her gün saatlerce ellerim kabarana, terden su gibi oluncaya kadar kendimi harap ettiğim bir işim var. Buna da şükür, ne diyeyim.
Fark edilmediğini sanan bu gizli hayranım beni görünce balkon demirlerine tutunup doğruluyor. Gözlerini önce yüzümde hissediyorum. Sonra ensemde… “Al” diyesim geliyor o bir çift gözü. “Çukurlarına mı yerleştireyim yoksa suratına mı fırlatayım?” diyesim geliyor. Yok anam zor, bekâr olmak da kadın olmak da zor.
Adamsan in aşağıya da konuş, değil mi? Böyle her gün huzursuz edeceğine…
***
Kaç gündür nasıl içim yanıyor, nasıl dağlanıyor yüreğim, anlatamam. Anlatsam derman da bulabilecek miyim bilmem. Ah keşke bulabilsem.
Anayım ben, yeryüzündeki herhangi anadan biri. Hem hepsi gibi hem hiçbiri…
Fark ettiğimde iş işten geçmişti artık, bundan eminim. Oğlum, tek evladım balkon demirlerine bağlı yaşar olmuştu. Önceleri anlayamadım, hava alıyor besbelli dedim. Bunaldı çocuk. Sonrasında sırf tuvalete bile gitmemek için yemeden içmeden kesti kendini. Gözü hep kaldırımda.
On yıl kadar önceydi. İş kazasında kötürüm oldu benim yavrum. Çalışamaz oldu. Hiçbir doktor çare bulamadı evladıma. Eridi gitti gözümün önünde.
Şimdi anıları depreşti herhâlde. Gelene geçene bakıyor imrenerek. Pek konuşmaz oldu benimle de.
Bir sevdiği olsaydı diyorum. Oğlumu hiç bırakmayacak biri. Onu yatağa ya da balkona değil de hayata bağlayacak biri. Benden sonra ona bakacak, gözümü arkada bırakmayacak biri. Ah nerede, var mı ki böyle biri…
Yazan: Canan Tümen
Her yazısında gitgide ustalaşan bu genç kalemi, bu taptaze duyarlılığı ilgiyle izliyorum.
Desteğiniz için en kalbi duygularla teşekkür eder, sağlıklı ve huzur dolu günler dilerim.