Canıydı Saim, Semra’nın bir zamanlar, kanıydı. Allah’tan başka kimse ayıramazdı onları. Öyle demişti Semra. “Ölürüm başkasıyla evlenmem!” Denedi de ölmeyi, beceremedi. Hastaneden eve döndüklerinde baktılar olmuyor bu böyle, yıldırım nikâhına kadar gece gündüz başında nöbet tuttu ağabeyleri. İşin ucunda para vardı, hem de çok. Nereden bulurlardı yanında on satış elemanı çalıştıran bir kumaş mağazası sahibini? Kısmet ayaklarına kadar gelmişken kışın ne iş yaptığı belli olmayan o sinemacıya mı veremezlerdi gül gibi kardeşlerini. Tahmin edemediler Çopur’un yalakalığının evlenene dek süreceğini. Sonra zırnık koklatmayacağını; değil evine, sokağına bile sokmayıp tehditler savuracağını.
Yalvardı Semra, “Kıymayın bana!” dedi. “Çürütmeyin beni!”. Evde herkes sağırdı. Gözleri kör, yürekleri kezzaplı. Gelinlik bile giyemedi Semra. Tülü, hüzün denizi mavi gözlerine düşen siyah bir şapka ve gri bir döpiyesle apar topar nikâh kıyıldı. Elindeki beyaza küskün gelin çiçekleri, burada ne işimiz var diye birbirlerine bakıp gözyaşlarını tutamadı. Oysa Semra’dan yirmi beş yaş büyük damat, onun bir daha ortaya çıkmayacak gamzelerine inat sırıttı durdu her fotoğrafta.
Saim eve kapandı. Her şeye katlanırdı ama annesinin paçavra gibi kapının önüne konması içine oturmuştu. “Ne cesaretle geldin?” denmişti. “Alt tarafı yazlık sineması olan biri oğlun. Bir kızımıza bak, bir de ona. Hadi hanım, git oğluna kendi gibisini ara!”. Kadın, bu sözlerle büzülmüş, büzülmüş iki büklüm olmuştu. “Oğlum, hayatta olmaz bu iş, bilesin!” dövünmelerine, “Kaçırırım!” o zaman karşılığı veren Saim’e bunu yapacak zamanı ne kader tanıdı, ne de o nöbetçi ağabeyler.
O da biliyordu Semra’nın dünyalar güzeli olduğunu, kendisinin fakir daha doğrusu tüm mahalle gibi olduğunu. Çirkin bir gençti ama yüreğine söz geçirmesi imkânsızdı. Semra’nın yüreğiyse kimsede yoktu. O, görenin “Ay doğdu!” dediği kız; genç, yaşlı tüm mahallenin sevgisini kazanmıştı. Bir gün yaşlı birinin evini temizler, öbür gün arkadaşının çocuğuna bakar, alışverişini yapar hatta çöpçülere bile yardım ederdi. Sokak hayvanlarının can yoldaşıydı. Saim, mahalledeki huzurun onun tutumlarıyla devam ettiğini düşünürdü. Hoş, kime sorsanız aynı kanıdaydı. Semra derlerdi de başka bir şey demezlerdi. Allah’tan gelen bir lütuf olarak görürlerdi onu.
Nereden çıktığı, Semra’yı nasıl gördüğü bilinmeyen Çopur, bir gün dalıverdi belediyenin unuttuğu çamurlu yollara. Arabasının etrafı çocuklarla bir bir çevrelenirken içerideki pazarlık olanca hızıyla devam etti. Göğsünü gere gere çıktı annesiyle Çopur kapıdan. Hani ağabeylerinin Semra’ya bir daha döneceğini sanma, bizi rezil edersen ölmüş bil kendini diye işaret ettiği o kapıdan. Oysa Semra evlenince zaten ölmüş kadar olacağını düşünüyordu. Yaşama sarılmasına Gülay yardım etti. Kızı onun gibi olmayacaktı. Bunun için her şeyi yapabilirdi.
Bu arada Saim kadere kafa tutmaya karar verdi. Önce evlerini satmaya ikna etti annesini, sonra babasından kalan sinemayı. Yüreği yansa da oğluna kıyamayan kadın, onun her isteğine evet dedi. Saim, Semra’nın oturduğu mahalleye koşturdu. Bir arsa alarak yepyeni bir sinema kurdu. İçini ahşap siyah sandalyelerle doldurdu. Anı Sineması yazdırdı renkli ampullerin çevresinde bir yanıp bir söndüğü tabelasına. Çok yakında bir sinema daha vardı. Hiç aldırmadı ama o sinemanın sahibi Selim bu duruma öfkelendi. “Bula bula burayı mı buldun?” diye yolunu kesti bir gün. Baktı ki Saim, efendi bir delikanlı, hâli tavrı yerinde, “Herkesin rızkı kendine,” dedi konuşmasını bitirirken. Belli ki bir derdi vardı bu omuzları çökmüş, ağzından kerpetenle laf alınan genç adamın. İlerleyen günlerde ağabey kardeş gibi olmalarına yüreğinin yaydığı dalgalar yetti Saim’in.
Semra, onu yeni mahallesinde gördüğünde kalakaldı. Gülay’ın elini daha sıkı tutarken karnındaki Ali şöyle bir hopladı. O artık evli bir kadındı. Üstelik anne. Başını çevirirken gözlerinden art arda dökülen damlalar çivit mavisi elbisesini bir kat daha koyulaştırdı. Eve zor döndü. Gülay’ı uyuttu. Ellerini başının arasına alarak saatlerce durdu. Unutamamıştı Saim’i ama onu yeniden görmek bir başkaydı. Hem de bu kadar yakınında. Önce kendinden utandı bir erkeği peşi sıra sürükleyen kadın nasıl olabildim diye. Sonra kalktı elini yüzünü yıkadı. Olsun, iyi ki geldi, onu görmek bile yeter bana, dedi. “Yaşamım şenlenecek, bizim de kaderimiz gözlerimizde boğulmakmış, ne yapalım.” düşüncesiyle toparladı kendini. Akşam yemeğini hazırladı. Çopur geldiğinde başının ağrıdığını bahane edip erkenden yattı. Rüyasında Saim’le kırlarda koşuyordu. Papatyadan bir taç uzatıyordu sevdiği. Boynunda geziniyordu dudakları. Bembeyaz bir elbise vardı üstünde. Çimenler, bir ressam yeteneği ile beyaza yeşili aktarırken göğe yükseldiler, yükseldiler. “Gülay ağlıyor, kalk bak!” emri dürtülme eşliğinde gelene dek sürdü bu yükseliş. Sonra pat!
Artık her gün sokaktaydı Semra. Saim’le bir saniye olsun bakışmak için giyinir, süslenirdi. O duru güzelliği ile süslenmesine gerek yoktu ama gözlerine kalem çekmeden duramazdı. Eski mahallesinde olduğu gibi burada da herkese yardım ediyordu. Çoğunun bir eli yağda, bir eli baldaydı ama paranın ulaşamadığı şeylere onların da gereksinimi vardı. Gönüllere dokunmak gibi. Semra rastladığı herkesle konuşur, hatırlarını sorar, özellikle yalnız yaşayan yaşlıları ziyaret ederdi. O yüzden burada da gözbebeği olmuştu herkesin. O kadar seviliyordu ki, varsın evlenmiş olsun, işte ben seversem böyle bir kadın severim duygularıyla yüreği çalkalanan Saim, onunla gurur duyuyor, bir yandan da kıskanmaktan kendini alamıyordu.
Bir gün Hasibe Nine’nin kapısını çaldığında karşında torununu buldu Semra. Güler yüzlü genç kız, üniversite okumaya gelmişti. Arkadaşlıkları yavaş yavaş ilerleyince dayanamayan Füsun, “Abla, bana düşmez ama o kadar güzel, candan, marifetli bir kadınsın, nasıl evlendin bu adamla? Aranızda her yönden dağlar kadar fark var,” diye sordu. Semra, hikâyesini anlatırken gözyaşlarını tutamadı. Saim’in Anı Sineması’nın sahibi olduğunu ağzından kaçırınca Füsun iyice şaşırdı. Artık her görüşmelerinde Saim’den bahsetmeye başladılar.
Uyuşturucu düşkünlüğü artan Çopur, bir de kumara yönelince işleri tepetaklak oldu. Yaşadıklarını Semra’ya bağlıyor, “Uğursuzsun!” diyordu sık sık. Ali geldi o sırada kucaklarına. Çopur’un umurunda değildi çocuk. Önce mağazayı satmak zorunda kaldı. Tek elemanlı küçük bir kumaşçı açtı. Sonra, orası da çıktı elden. Ardından elinde daha başka ne varsa. Sıra oturdukları eve geldi. Semra direnmesinin karşılığı yüzündeki morluklar oldu. Sokağa nasıl çıkacağını bilemedi. Saim, merakından deli danalar gibi mahalleyi arşınladı. Günler sonra Semra’yı gördüğünde anladı bir şeyler olduğunu. Yanına gitmek, konuşmak istese de Semra’nın buğulu gözleri izin vermedi buna.
Çopur’u bir gece yarısı polisler götürdü, ardından hapse atıldı. Semra ne düşüneceğini bilemedi. Hüznünün yanı sıra her akşam o adamın yüzünü görmeyeceği için seviniyordu. Hapishaneden gelen “Senin yüzünden satamadım evi, param olsaydı kaçar, tutuklanmazdım,” sitemlerine kulaklarını tıkadı. Füsun’la daha çok dertleşmeye başladı. “Annem de boşandı babamdan, ağabeyimle oturuyor. Sen de başına daha çok iş açılmadan boşan abla bu adamdan. Hem bak parasız da kaldın,” diyen Füsun’a “Zor, çok zor. Çalışmak istesem çalışamam iki çocukla. Bir de dul damgası vurup adını çıkarırlar insanın hemen. Ağabeylerim almaz, hatta öldürürler beni. Annemse nikâh günü ‘Bak kızım oldu bir kere, karşı koyamadım horantaya. Benim ekmeğim onlardan. Biliyorum hiç sevmiyorsun o adamı. Hangimiz sevdik ki kocamız olacağı? Isınırsın zamanla. Sakın ola ki bizim yüzümüzü kara çıkarma,’ dedi. Dün gece çok düşündüm; evin iki odasını kiraya verip idare edeceğim,” Bu kararla yaşayıp gitti bir müddet Saim’le Semra’nın gözleri.
Artık her film değiştiğinde Semra çocukları ile sinemadaydı. Saim, üç güne indirmişti değişimi. Külüstür arabasına taktığı hoparlörden “Bu akşam Anı Sineması’nda…” diye Hülya Koçyiğit ile Kartal Tibet’in başrollerde oynadığı Sevemez Kimse Seni gibi romantik filmleri mahalleye anons ederken aslında Semra’ya hem aşkını ilân ediyor, hem de buluşma gecemiz mesajı iletiyordu. Onları kapıda karşılayan Saim, bir an olsun elleri birbirine değebilsin diye biletleri verirdi. Minder getirir, dizlerine battaniye bile ayarlardı Ankara’nın soğuk gecelerini hissetmemeleri için. Sonra gelsin gazozlar, leblebiler, tabii olmazsa olmaz çekirdekler. Işıklar sönünce elindeki mendillerle ağlamaya hazırlanmış seyirciler arasından geçer, tam arkasına otururdu Semra’nın. Ona bu kadar yakın olmak, kokusunu duymak, saçlarının her telini yarı karanlığa inat tek tek saymaktı maksadı. Genç kadının kalbi de güm güm atar, aralarındaki duygu alışverişi perdedeki Yeşilçam filmlerini kat kat aşardı. Öpüşme sahnelerindeki sessizliği çekirdek çıtırtıları bozarken perdedeki o kadınla, o erkek Semra ile Saim olur, yaşayamadıklarını film kopmaları arasında herkes “Aaa makinist!” diye bağırırken birbirinin gözlerine taşırlardı. Sanki bir tek onlar vardı orada. Onlarla, aşklarının tanığı ay ve yıldızlar.
Çopur, üç yıl sonra afla çıktı. Yüzünde bir kat daha derinleşen oyuklarla yaşlılığın kapısını çaldığı bir adam olmuştu. Yine de durmadı şeyi. Yılların kadınsızlığını ilk geceden Semra’nın tepesinde tepe tepe kullandı. Karısının hamile olduğunu duyduğunda “Bu da erkek olur inşallah,” demeyi de ihmal etmedi. Şehirden ayrılma zamanı gelen Füsun, “Abla nasıl yaparsın bunu, bu adamdan bir çocuk daha doğrulur mu? Bence doğurma, kurtul bebekten, bak ninem bile doğurmasın dedi,” diye tepki gösterse de “Neye engel olabildim ki şimdiye kadar? Olacağı varmış oldu, aynı kaderim gibi,” yanıtını aldı Semra’dan. Böyle söylüyordu ama içindeki volkan taştı taşacaktı.
Karnı ortaya çıkınca Saim’le göz göze gelmek istemedi. Eve kapandı. Herkes onu merak ediyordu. Görenler “Erkek olacak belli, Semra daha güzelleşmiş. Allah nazarlardan korusun,” diyordu.
Haber geldiğinde herkes şoktaydı. Kara bir bulut çöktü tüm evlerin, dükkânların, yolların, parkların üstüne. “Olamaz!” dediler. “O ay parçası masada kalamaz!” Oysa giderken bebeğini bu dünyada bırakmaya kıyamayıp yanında götürmüştü. Cenaze töreninde iğne atılsa yere düşmezdi. Tüm iş yerleri kepenklerini indirdi. İnsanlar huşuyla evlerine çekildi. Ne bir radyo sesi duyuldu, ne bir kuş cıvıltısı. Yalnız köpekler uludu uzun uzun.
Saim’in onlardan farkı yoktu. Böğürdü durdu. Kan kustu sanki. Selim’in de hali haraptı. Saim, Semra’nın hamile olduğunu duyduğu gece kısık bir sesle “İçelim mi ağabey?” demiş, kadeh ardına kadehle dökülmüştü bir bir yüreğindekiler. Dayanamamıştı Selim. “Anlamıştım zaten, ben bu saçları değirmende ağartmadım, peki niye kaçırmadın kızı?” diye sormuştu. “Çok düşündüm ama anamın benden başka kimsesi yok. Ardımdan ölürdü. Hele o insanlar rahat verirler miydi anama, doğduğuna pişman ederlerdi,” yanıtıyla “Bundan sonra sen de benim oğlumsun, sen nerede, ben orada,” diyerek sarılmıştı arkadaşına. Ağlaşmışlardı birbirlerinin omuzlarında. Ama şimdi öyle miydi, deli gibi yerinden fırlayan Saim’in arkasından yetişemedi. Sinemasına hırsla dalan adam, “Semra, Semra,” diye haykırarak makinist odasına çıktı. Kırdı döktü ne varsa. İndiğinde çakıl taşlarına vurmaya başladı kafasını, kaldırdı tekrar vurdu, tekrar, tekrar. Kan revan içinde kalan yüzünü yerden zorla alan Saim, bu kez sandalyelere saldırdı. “Al bunları gözümün önünden ağabey, at bir yerlere, ben artık Semra’nın nefes aldığı hiçbir şeyi göremem. Kapıya yanaşan kamyona tüm sandalyeler yüklendi. Ardından Selim’in bu saatten sonra benim de işim olmaz artık sinemayla diye verdiği ani bir kararla onun sinemasındaki sandalyeler de eklendi. “Bas gaza!” dediği sürücünün, “Ne tarafa?” sorusuna “Uzaklara, nereye olursa olsun uzaklara!” yanıtı verdi. Tam oradan geçerken, hani o iki bina arasındaki daracık arsanın önünden geçerken gözü de, aklı da takıldı Selim’in. “Dur kardeş!” dedi. “Vazgeçtim, yığalım şuraya. Herkes bilsin ki; bu mahallede artık film oynamayacak. Hep yas tutulacak!”. O aralığa yığdırdı üst üste. Mahalleli neler oluyor diye sokağa çıkınca anladı durumu. Herkes Yahudilerin düğmesi yerine koydu evdeki sandalyesini. Getirdi attı bir bir diğerlerinin üstüne. Tak tak tak! Sadece ses değildi duyulan, “Biz, senden sonra eksiğiz Semra!” diyordu her biri mahallelinin ağzından. Sandalye yığını yükseldi, yükseldi. Bu durumu gören muhtarın ihtiyar heyeti ile toplantısından, madem mahallemizden böyle bir kadın geçti, onun gibi kadersiz kadınların anıtı olsun diye sandalyelerin üstüne apartman boyu olana dek birçok sandalye yığdırma kararı çıktı. Gelen geçen, bu sandalye anıtının önünde yüreği sızlayarak fotoğraf çektirdi tüm Semralar adına.
Sayı: 65