Cemal yine sabahı zor ettiği bir gecenin sonuna gelmişti. Yolun da sonundaymış gibi hissediyordu. Gideceği yol bitmişti artık. Gide gide bir çıkmaz sokağa varmıştı. Geri dönse dönemiyor, ileri de gidemiyordu. Buhar olup havaya karışmaktan başka çaresi yoktu. Onu da nasıl yapacağını bilemiyordu.
**
Ayşe Hanım, sirkeli suda beklettiği salata malzemelerini yıkarken göğsünün orta yerinde bir sızı hissetmişti. Sızı şiddetini artırarak vücudunun her yerinde geziniyordu sanki. Derin bir nefes aldı, ellerini kurulayarak tekli koltuğa bıraktı kendini. Dışarıyı izlemeye koyuldu. Kendince bir çare düşünmüştü. Dikkatini başka şeylere verirse ağrının şiddeti azalarak kaybolabilirdi. Öyle de oldu.
İşlek bir caddeye açılan sokağın en başındaydı evi. Oturduğu yerden sokağın caddeyle birleştiği yeri rahatlıkla görebiliyordu. “Hep mi koşturmaca içinde olur şu insanlar.” diye düşündü. İşten çıkanlar, işe gidenler, okuldan dönenler, arabadan inenler, arabaya binenler, buluşmalar, kavuşmalar, ayrılıklar… sokağında oturuyordu. Bazı sokaklardan nadiren insan geçtiği olurdu. Oysa Ayşe Hanım’ın sokağındaki kedilerin bile acelesi vardı sanki.
Dün büyük oğlu Necip’in telefonu ateşten bir top gibi evin orta yerine düşmüş, yangın büyümüş de büyümüştü. İlk birkaç saat vücudu uyuşmuş bir hâlde öylece oturmuştu mutfak sandalyesinde. Tutulan beli, ağrıyan başıyla ahretliği Necla’ya zor atmıştı kendini. Hiç konuşmadan anlaşırdı onlar yıllar yılı. Yine öyle olmuştu. Akşama doğru eve dönmüş kendini yatağa bırakmıştı. Yanacak canı kalmamış gibi hissediyordu.
Sabah erken saatlerde uyanmıştı ve hiç rüya görmediğine şaşırmıştı. Oysa her gün illaki bir şeyler görürdü. Çocukluğundan bir an ya da çok isteyip de ulaşamadığı bir şey olsun görürdü. Alelade bir kahvaltı hazırlamış çayını içerken Necmi tekrar aramış akşam yemeğe geleceğini söylemişti. Tek gelecekti bu kez. Hanımı ve çocuklarına söylemeyecekti.
Necmi gelecek olmasa öğünü peynir ekmekle geçiştirecekti ama evlattı işte. Kırk yaşına da gelse minik bir çocuktu gözünde. Sevdiği yemeklerden yapacaktı.
Göğsündeki sızı geçince salatayı da hazır edip sofrayı kurdu. Televizyonu açıp karşısına uzandı. Kanaldan kanala geçip durduğu sırada çalan zille irkildi. Cemal bir elinde ekmek, diğer elinde bir kutu tulumba tatlısıyla gülümsüyordu annesine. Ana oğul kucaklaştılar. Gizli bir anlaşma yapmışlar gibi sessizce yediler yemeklerini. Tatlıyı da çayın yanında getirmişti Ayşe Hanım. Salonda pencerenin önünde karşılıklı duran koltuklara oturmuşlardı. Söze nasıl başlayacağını bilemiyordu Necmi. Ayşe Hanım da bir şey soramıyordu. Boğazı düğüm düğümdü.
Sessizliği Necmi bozdu:
“Üzülme be annem, affettim ben onu. Varsın gelsin.”
“Üzülmüyorum ki oğlum. Aksine seviniyorum ama nasıl sevinilir onu unuttum.”
İçi yanmıştı Necmi’nin. Annesinin hasretinin dineceğine sevinmesine seviniyordu ama Cemal’in dönme sebebini söyleyememişti ona.
Neredeyse iki gündür içi içini yiyen Ayşe Hanım, Necmi’nin bu ılımlı haline sevinmesi gerektiğini düşündü o an. Neticede rahmetli kocasının, daha doğrusu babasının cenazesine bile gelmeyen, yıllar önce çekip giden Cemal’in affedilecek bir yanı yoktu. Ama kardeşine olan kini geçmişti demek ki Necmi’nin. Çayını yudumlarken bir yandan da aradan geçen dokuz yılı düşünüyordu. Neredeyse on yıl olmuştu. Ara sıra başkalarından aldıkları haberlerle bağrına taş basan anne ve abi, şimdi böyle oturmuş, Cemal’in geri döneceğine sevinseler mi üzülseler mi bilemiyorlardı.
Yirmi altı yaşındaydı Cemal çekip gittiğinde. Girdiği işlerde dikiş tutturamayıp hırsını annesinden ve abisinden çıkarmaya çalışan asi bir gençti. Babasıyla yaptığı şiddetli tartışmanın üzerine bir daha dönmeyeceğine yeminler ederek arkasına bakmadan gitmişti ve dokuz yıl sonra abisini aramış geri dönmek istediğini söylemişti ağlamaklı.
Necmi ikinci çayını içtikten sonra annesinin iznini isteyerek evine geçmişti. Çok konuşmasalar da bu buluşma iyi gelmişti ikisine de.
Vakitler geceydi artık. Ayşe Hanım bir sağa bir sola dönüp duruyor, bir türlü teslim olamıyordu uykuya. Bazen uğruna kocasını karşısına aldığı oğlu, belki on belki on beş, belki de yedi saat sonra gelmiş olacaktı demek. İnanası gelmiyordu.
Sabaha karşı kan ter içinde uyanmıştı. Parça parça uyuduğundan rüyaları da bölünmüştü. Gece uyurken bağladığı beyaz tülbendi sıkılacak gibi ıslaktı. Ezan okunurken kalktı, buz gibi suyla abdest alıp namaza durdu. Dua etti bir de. Yıllardır yaptığı gibi. Oğluna sağ salim kavuşmayı diledi.
***
Cemal titreyen parmaklarıyla zili çalmak üzereyken açılmıştı kapı. Ayşe Hanım bir şeyler söylüyor ama ne dediği anlaşılmıyordu. Kendine hızla çekip bağrına bastı oğlunu. Yıllardır taş basa basa sertleşen bağrındaki sızı da yok olup gitmişti o an.
Dokuz yıl, iki ay, yedi gün önce çıktığı kapıdan bu kez büyük bir utançla giriyordu Cemal. Söylemeyecekti annesine elbet, kendi canına kıymayı bile beceremediğini. Ve çok kalamayacağını… Çünkü borcu çoktu, ödeyemeyeceği kadar. Bu kez hiç dönmemek üzere gideceği uzaklardan önce, vedalaşmaya geldiğini söylemeyecekti anacığına…