Teneke damlı, sıvasız evlerin arasındaydı dar sokaklar. Bu sokakların arasındaydı bütün hayatlar ve bu hayatların arasındaydı bütün çocuk gülümseyişleri. Onlar ki buldukları taşı kaldırdıklarında kaçışan böceklere hayretle bakarlardı, kolye yaparlardı iğde çekirdeklerinden. Saklambaç oynarken marifet bilirlerdi ağaç dallarına saklanmayı. Seke seke giderlerdi çeşmeden su getirmeye. Döndüklerinde kaplarının yarısı boş olurdu. Sonra yine sekerek çeşmeye… Dedelerin topaç aldığı torunlar, nispetle döndürüp dururlardı oyuncaklarını. Çekirdek alabildikleri gün televizyonu olan evlere giderlerdi bazı akşamlar. Zar zor bir araba geçse daracık sokaktan, meraklı gözleriyle nasıl da incelerlerdi gelenleri. Adres sorana yardım için yarışırlar, bakkaldan dönenlerin filelerini taşırlardı. Arsada akşama kadar top koşturanlar yemeğe geç kalırlarsa yiyecekleri dayağı bilip korkarlardı fakat ertesi gün yine koştururlardı patlak toplarının peşinde.
Bahri o gün de erkenden uyanmıştı. Ama o gün her zamankinden farklıydı. Bayram günü kuşların bile mutlulukla öttüğünü düşünürdü Bahri. Küçük avlularının duvarına tırmanmıştı hemen. Nisan güneşi karşı evlerin çatılarından ışığını göstermeye başlamıştı. Bahar serinliğine açılıyordu bir bir pencereler; kuşlar, böcekler, çiçekler, çocuklar uyanıyorlardı herkesi uyandırmak için.
Bugün daha bir güzeldi kahvaltıları. Özenle hazırlanmış olanındandı, bol çeşitli. Kahvaltıdan sonra yeni dikilmiş kıyafetler giyilmiş, ailece el öpme faslına başlanmıştı. Sonrasında en sevilen bayram ziyaretleri… Kolonya kokulu evlerden toplanan mendiller, lokumlar ve tabi ki bayram harçlıkları…
Bahri, kendisinden üç yaş büyük abisi Yusuf’un elinden tutmuş yan mahallenin bakkalına gidiyordu sevinçle. Tek başına gitmesine izin verilmediği için bugün abisiyle birlikte izin koparmışlardı. İşte en çok da bu yüzden seviyordu şu bayramları.
Harçlıklarının yarısını annelerine vermişlerdi saklaması için. Kalanını da birleştirmişlerdi. Yolda ikisinin de aklından benzer düşünceler geçiyordu: “Acaba top mu alsam kamyon mu? Rengi kırmızı mı olsun yoksa mavi mi? Yok ben en iyisi gazoz alayım birkaç tane. Hem annemlere de götürürüm. Horoz şekeri de alırız bir güzel. Bir de leblebi tozu aldık mı, tamamdır.”
Yan mahalledeki bakkal epey büyüktü. Yiyecek, içecek dışında; oyuncak, dikiş nakış malzemeleri, gazete, defter, kalem, tüp, plastik kap kacak ve temizlik malzemeleri bulunurdu. Oyuncak ve şekerleme dışındakiler hiç mi hiç ilgilendirmiyordu onları. Zaten varır varmaz da oyuncakların olduğu raflara yönelmişlerdi.
“Abi bak.” Diyerek heyecanla yeni gelen oyuncakları göstermişti Bahri. Şeffaf su tabancaları, mızıkalar, plastik askerler… Hepsi birbirinden güzeldi. Arkadaki raflardan birinde öyle güzel bir gemi vardı ki, gözünü ondan ayıramıyordu Bahri. Kocamandı. Parası da çoktu belli ki. Hem alsa bile nerede yüzdürecekti ki? Leğende mi? En iyisi su tabancasıyla şekerleme almaktı. Gemiyi üzüntüyle bırakmıştı aldığı yere. Tam arkasını döndü ki o zamana kadar hiç görmediği uzun boylu bir adamla karşılaştı. Boynunda asılı duran şeye baktı bir süre.
“Merak ettin sanırım ufaklık. Sen sormadan ben söyleyeyim, bu bir fotoğraf makinesi.” Dedi uzun boylu güler yüzlü adam. Sesi ne kadar da güzeldi. Rüzgârda salınan bir uçurtmanın sesine benzetmişti Bahri. Gülümseyerek teşekkür etti adama. Biraz utanarak sordu: “Biliyorum aslında, televizyonda görmüştüm. Bir gün bizim mahalleye de gelmişti bir fotoğrafçı. Abimle benim fotoğrafımızı çekmişti. Çok küçüktüm ama hatırlıyorum biraz.”
“Öyle mi? Ne güzel.” Dedi uzun boylu adam ve ekledi: “Ben fotoğrafçı değilim ama. Ressamım. Resim yapmayı çok sevdiğim gibi fotoğraf çekmeyi de çok seviyorum.”
“Adınız ne? Benim adım Bahri. Abimin adı da Yusuf.”
“Şener benim ismim. Çok memnun oldum Bahri. Tekrar karşılarız umarım.”
Bahri ve Yusuf ellerinde su tabancaları, mavi bir top ve birkaç şişe gazozla birlikte evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yusuf, eve gidince içeceği gazozu düşünüyordu. Bahri’nin aklı ise o uzun boylu, süzülen uçurtma sesli adamdaydı.
“Tüh, ya!” dedi birdenbire. Yusuf anlamamıştı tabi kardeşinin ne demek istediğini. “Bayramını kutlamayı unuttum o adamın, ayıp olmamıştır değil mi abi?”
“Yok ya, neden ayıp olsun ki. Görünce söylersin.”
“Tekrar görür müyüm sence?”
“Neden olmasın. Bugün bayram, dilek dileyip uyursan kesinlikle görürsün.”
Bu duruma çok sevinmişti Bahri. Evlerine vardıklarında önce gazozlarını içmişlerdi hep birlikte. Sonra arkadaşlarının evlerinde vakit geçirmişlerdi. Akşam da annelerinin özene bezene hazırladığı yemeklerden yemişler, bolca gülmüşlerdi.
Uyumadan önce aklına, alamadığı o gemi gelmişti Bahri’nin. Ne de güzeldi. Alt tarafı turuncu, üst kısmı deniz mavisiydi. Televizyonda görmüştü denizi. Nasıl da atlayıp yüzüyordu insanlar. Sahi o kocaman gemiler, nasıl yüzebiliyorlardı öyle? Gemi mi dileseydi acaba bu gece? Abisiyle konuşmalarını düşündü. En iyisi o uzun boylu adamla tekrar karşılaşmayı dilemeliydi.
Geçenlerde çok sevdiği arkadaşı Murat İstanbul’a taşınmıştı. Nasıl bir şehirdi acaba İstanbul? Söyledikleri kadar büyük müydü? Kim bilir her gün kaç gemi geçiyordu denizinden? Büyüdüğünde mutlaka arayıp bulacaktı Murat’ı ve mutlaka bir gemiye binecekti.
Rüyasında beyaz bir gemide tek başınaydı Bahri. Suya elini uzattığında balıklara dokunuyordu, gökyüzüne uzandığında kuşların kanadına. İnsanlar minicik görünüyorlardı buradan. Evler, arabalar, ağaçlar… Her şey minicikti. Öyle güzel bir yolculuktu ki… Uyandığında gerçek olmadığına üzülmüştü.
Sabah yine herkesten önce uyandı. Terliklerini sessizce giyip avluya çıktı. Bugün hava düne göre biraz daha serindi. Elleriyle omuzlarını sıvazlamıştı istemsizce. “Kuşlar yine bir başka ötüyor” diye düşündü. Ne de olsa bugün de bayramdı. Babaları bugün de izinli olduğu için pikniğe gideceklerdi komşularıyla birlikte. Yeni toplarını oynayacaklar, su tabancalarıyla birbirlerini ıslatıp eğleneceklerdi. “Keşke her gün bayram gibi olsa” dedi içinden.
Sokağa bakan kapıdan çıktığında hala rüyada olduğunu düşünerek gözlerini defalarca ovaladı. Hayır, gördüğü o kadar gerçekti ki… Evlerinin duvarı maviye boyanmıştı. İçinde rengârenk balıkların olduğu bir maviydi bu. Duvarın tam ortasında da turunculu mavili bir gemi duruyordu kocaman. Tıpkı bakkalda gördüğü gibiydi. Sevincinden ne yapacağını bilmez bil halde birkaç dakika dikilip kalmıştı oracıkta. Sonra bir an kapıdan hışımla girip Yusuf’a seslendi:
“Abi! Çabuk uyan! Görmeyi dilediğim o abi bana bir gemi bırakmış!”