Karan dışarı atmıştı kendini. Melsa ile Aral evde kalmış, Aral odasına çıkmıştı. Dün gece odada bulduğu Belda’nın yüzüğünü etrafı kolaçan ettikten sonra çıkartıp, uzun süre bakmasının ardından cebine geri koymuştu. Yatağına uzanmış geçmişi düşünüyordu. Geride bıraktıkları insanları, sokakları ve doğduğu şehri… Ankara her ne kadar herkes tarafından kasvetli ve soğuk şehir olarak anılsa bile, o hep mutluydu orada yaşamaktan. Anıları vardı ve bu anıların hayali yaşıyordu hala. Hayallerini gerçeğe çevirme şansını almıştı elinden ailesi. Hırslı biri değildi, kinci biri hiç değildi ama ailesini asla affetmeyecekti.
*
Ayak sesleri artıyordu kuvvetli şekilde. Gözleri, elleri ve ayakları bağlıydı. Hareket ettikçe bağlandığı plastik canını acıtıyordu. Sesler yanına kadar gelmişti artık ama konuşan yoktu. Şimdi etrafta bir ölüm sessizliği hakimdi. Belda kafasını sağa sola çevirip bir şeyler söylemek istiyordu ancak buna imkan yoktu. Uzun siyah saçları gözlerinin bağlandığı bez sebebiyle kopacak gibiydi. Dayanamıyordu artık.
Sessizlik bitmiş ve o ayak seslerinin sahibi konuşuyordu; “Canın acıyor değil mi? Evet acıyacak, tıpkı benim canımın yıllardır böylesine acı çektiği gibi. Hayatımdan nasıl olduysam siz de olacaksınız. Elimden aldıklarınıza karşı sahip olduğunuzu her şeyi elinizden alacağım. Benim gibi tek hücreye bağlı bir hayat süreceksiniz.” Ses bitmişti, gitmişti. Belda artık acıyan canını değil, olanları düşünmeye başlamıştı. Düşündükçe karmaşalar içinde boğulacaktı. Bir el yaklaştı ve ağzına yapıştırılmış olan bandı intikam alırcasına çekti. Artık konuşması ve bağırması için bir engel kalmamıştı ama dudaklarının kanamasından konuşamıyordu. Bant canını fena halde yakmıştı. Ayak sesi sandalye sesi ile birlikte yanına koyuldu. “Artık başlıyoruz Belda Hanım.”
*
Karan eve gelmişti. Melsa uyuyordu ve Aral evde yoktu. Bir fırsattı bu onun için ve hızla aşağıya attı kendini. Eski sandığı zor zahmet açtıktan sonra içerisinden neredeyse yıllardır kullanmadığı tabancasını alıp beline soktu. Üzerine ceketini alıp tekrar gözden kayboldu…
Melsa hızla çarpan kapı sesine uyanmıştı. Çaresiz olmanın demir parmaklıklar arasında olmaktan hiçbir farkı yoktu. Ikisi de hareketsizlikti ne de olsa. Çok susamıştı fakat kimse yoktu. Önce susuzluğu sonra Belda geldi aklına. Biricik geliniydi. Olmayan kızı yerine koymuş onu ve hiç evlatlarından ayırt etmemişti. Aden ölüp bebeğini de kaybedince daha fazla sarılmıştı Belda’ya, Belda da ona. Ve son sarıldığı da ellerinden kayıp gitmişti tıpkı oğlu ve sağlığı gibi. Düşücelere daldığı sırada o feci kaza geldi yine gözlerinin önüne,
*
elleri terlemeye, nefes alış verişleri düzensizleşmeye başladı. Tam o sırada Aral geldi. Annesini o halde görünce anladı ters giden bir şeyler olduğunu. Önce işaret ettiği bardağı doldurup suyunu içirdi. O kadar susamıştı ki, hızlıca suyu içerken ağzının kenarından akan su üzerini ıslatmıştı.
“Neyin var” diye sordu Aral, tepkisizdi annesi. Gözlerini kaçırıyordu. Anlatmak istediği bir şeyler vardı ancak anlatamazdı. Zamanı değildi ve o anlatacağı zaman asla gelmeyecekti. Bir evde değil tımarhane içinde kapana sıkışmış gibiydi Aral. Gün geçtikçe daha farklı şeyler baş gösteriyordu. Bir sürü garip olayın ortasında kalmıştı. Mutfağa gidip çay yapacaktı sakinleşirdi belki. Çayı demleyip biraz hava almaya kapının önüne çıktı. Boş sigara paketine bakıp gülümsedi. Küçükken Aden ile birlikte bu paketleri toplayıp satar, kazandıkları para ile de okul için ufak tefek ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bu toplamalar esnasında ellerine sinen sigaranın konusundan ötürü hayatları boyu sigaradan hep tiksinmişlerdi. Babaları da zaten sigara içmez, eve gelen misafirlere de içtirmezdi. İmkanları olmasa da, rahat yaşamamışta olsalar güzeldi işte o günler…
Tam eve girmek üzereyken babası geldi arkasından. Kıyafetleri kavgadan çıkmış gibi dağınıktı. “Nereden geliyorsun” diye sordu Aral kuşkucu bir tavırla beraber. “Yolda başım döndü yığılıp kalmışım, başımı çarptım galiba. Birazdan jandarmalar gelecek, annene haber ver.” Ne gereksiz bir ayrıntı olmuştu bu, jandarmanın ne işi vardı evde. Annesine haber vermeye gitti. Melsa uyuyordu uyandırmadı. Mutfağa girip kaynamaktan bayatlayan çayını doldurdu. Babası da içerdi belki bir fincan da onun için hazırladı. Babası kanepede uyuya kalmıştı. Bu kadar hengamenin ardından yorgun düşmesi zaten kaçınılmazdı. Tedirgin şekilde bir yandan çayını içip, diğer yandan jandarmaları beklemeye koyuldu.
*
Belda korkudan titriyordu. Ağzı açık olduğu halde değil konuşmak, dudağını bile kıpırdatamıyordu. Sesi düşünüyordu kimindi bu ses? O kadar tanıyor ve aynı zamanda o kadar yabancı geliyordu ki çözmesi güçtü. “Çocuğu nereye sakladın?” sorusu havaya doğru atılmış ancak Belda’ya ulaşmamıştı. Şuuru kapalıydı adeta. Bir kez daha sordu cevap yoktu. Aniden gelen tokat ile birlikte ağlaması bir oldu Belda’nın. Yıllardır sakladığı şeyler göz yaşları ile birlikte dışarı atılıyordu sanki. Konuşma yeteneği kaybolmuş gibiydi, yapamıyor, konuşamıyordu. Daha fazla dayanamayıp hızla merdivenlerden çıkmak isterken ayağı ince demir sehpaya takılmış ve düşmüştü. Bir nevi anılarına takılmıştı, anılara çarpmıştı ayakları. Üzerini silkeleyip ayağa kalktı ve merdivenlerden yukarı doğru çıktı. Kapıyı sanki Belda’nın kaçma ihtimali varmışcasına sıkıca kilitledi.
-devam edecek