Yine böyle bir gündü, günlerden dündü. Her günümüz bir öncekini taklit ediyordu ve hızla geçip gidiyordu. Gün aymaktan bıkmış, horozların sesleri kısılmıştı. Geceyi soracak olursanız o hep bizden yanaydı. Bize aitti ve öyle kalacaktı. Biz kim miyiz? Birkaç küçük adam ve kadından ibaretiz. İbaretiz, çünkü büyük hayatlarımız yok. Ellerimiz küçük, adımlarımız kısa, hayallerimiz ise hep imkansız. Evet, imkansız diye bir şey var. Belki de biz güçsüzlüğümüze, acizliğimize bir bahane buluyoruz ve imkansız deyip işin içinden çıkıyoruz. Nihayetinde insanız ve kendimizi kandırıyoruz. İçimizdeki acıları daima haklı kılıyoruz. Mutlu olmak fikrini erteliyor, yüreğimize paslı demirler batırıyoruz. Çekmeye çalışana izin vermiyor, onu itelemeyi vazifemiz sayıyoruz. Konuşmaktan korkuyor, kelimelerin içimize hapsolmasına karşı koymuyoruz. Bizi boğacak her şeyi yüceltiyor ve bir mıknatıs gibi kendimize çekiyoruz. Sorduklarında mutsuzluğumuzu en güzel yanımız olarak anlatıyoruz. Onu övüp duruyor, zaten insan denen varlığın mutsuz olması gerektiğini bir kez daha belirtiyoruz. Her gece ölmeye yatıyor, sabah yaşadığımıza bin pişman uyanıyoruz. Hayatı küfür belleyip ona şarkılar söylüyoruz, onu kendi sesimizle bastırmaya çalışıyoruz. Kendimizi erteliyoruz.
Biz demiştim ya siz bizi tanıyorsunuz. Her sabah ekmek almaya giderken karşılaştığınız o esmer adamdan; omzunda sırt çantası, bir elinde çocuğunun eli, eve gitmeden önce mutlaka markete uğrayan o kadından tanıyorsunuz. Daha ucuz olur diye pazara hep akşam giden teyzeden, kahveye gidip sadece bir çay içip kalkan amcadan tanıyorsunuz. Mesela aramızda en güzel şarkıları Şevket söyler, biliyorsunuz. Şevket hiç ses çıkarmadan şarkılar, türküler söyler. Sesi değil, yüreği yanıktır ve artık Şevket’in şarkılarını dinlemenin vakti gelmiştir. Buyrun;
Şevket kütüphanedeki işinden ayrıldı geçen yıl, duymamış olabilirsiniz. Ayrıldı diyorum Şevket duyup da üzülmesin diye. Kovuldu aslında, yoksa ayrılmak aklının ucundan bile geçmiyordu. Her sabah evine ekmek ve süt alıyordu, sigarası da hiç eksik olmuyordu. Bir Şevket hayattan daha ne isteyebilirdi ki? Hem kitaplara da para vermemiş oluyordu. Her gün en az 30 kitabın arka kapağını okuyordu, beğendiklerini de ödünç alıyordu. 30 dediğime bakmayın, belki de daha fazladır. Şevket de bu yüzden kovuldu ya zaten. Neymiş okunduktan sonra masada bırakılan kitapları raflara yerleştirirken onları incelemekten işini aksatıyormuş. Yarım saat geç çıksa ne olacak sanki? Nasıl olsa bekleyeni yok, e kütüphanenin de kapanmak için acelesi yok. Alt tarafı bir şiir daha okuyacak, bir karaktere daha aşık olacak ya da birisine daha sövecek. Otobüsün arkasından koşan adamın hikayesini okurken adamın hareketleri hızlandıkça o da yerinde doğrulup daha hızlı okumaya başlayacak. Yahut bacağındaki dikişleri aldırmak için hastaneye giden çocuk için üzülecek, doktor ipleri kesmeye başladıkça Şevket gözlerini kısacak ve bir satırın bitmesi normalden uzun sürecek. Şevket bunları yaparken birileri ölüp birileri doğacak, bir kız saçlarını kesecek, bir çocuk yarasının kabuğunu koparırken diğeri saklanmak için yer arayacak, bir kedi ağaca tırmanacak, bir at aniden koşmaya başlayacak. Bunlar her zaman olacak. Peki ya Şevket? Şevket bir daha böyle gülecek mi? Kimin umrunda! Gülüyor dediysem, Şevket gülmeyi pek sevmez aslında. Mizacı öyle değil, dişlerini beğenmiyor sadece. Evet her gün süt içiyor ama kütüphanede çalıştığı 3 yıl için geçerli bu. 28 yaşındaki adam 25 yaşından beri süt içse ne olur. Sadece dört ay emmiş annesini, e böyle olunca da kemikler pek gelişmemiş. Boyu da kısa zaten, kilolu da değil. 14 yıldır sigara içiyor, yüzü çökmüş, sararmış. Gözlerinin altında iki pazar torbası var. Yakışıklı adam aslında ama biraz baksa kendine, azaltsa sigarayı… Bir ilgileneni de yok ki Şevket’i düzene soksun. Ailesi memlekette, ayda yılda bir arayıp soruyor, bizimki aramasa onların arayacağı hiç yok.
Şevket eve geldiğinden beri ağzına bir lokma sokmadı. 37 ekran televizyonun karşısında oturup kaldı öylece, ne izlediğini o da bilmiyor. Evde ses olsa yeter ya da biraz renkli ışık yansısa yüzüne. Doğruldu şimdi oturduğu yerden, ellerini yavaşça birleştirip kollarını da öne doğru uzatarak esnedikçe esnedi. E haklı uykusu geldi, saat kaç oldu baksanıza. Yatağına uzanıp yine küçük kahverengi defteriyle kalemini aldı eline ve yazdı birkaç cümle:
“Sevgilim, aramızda bir atın yalnızlığı var. Bir atın o iç parçalayıcı yalnızlığı ve yıllar yılı koşmuşluğundan kalan yorgunluğu var. Benim içimde koşmayı bırakmış bir at, sende ise her bahar yeniden açan çiçekler var. Var oğlu var!”
Bir an Şevketin ev arkadışıymış gibi hissettim 🙂
Devamı varsa bekliyorum 😉