Ristorante La Veranda’nın bahçe kapısı önünde ne zamandır dikildiğini tam olarak bilemiyordu. Üç sigarayı dibine kadar içmiş, gözlerini diktiği bahçeden içeriyi görebildiği kadarıyla birkaç masa daha müşterilerle dolmuştu. Serin yaz akşamına karışan çatal bıçak sesleri Roma sokaklarında yankılanmaya başlayınca mı yoksa kahkahalar eşliğinde bağıra çağıra aryalar söyleyen o sinir bozucu çift önünden geçince mi bilinmez, sıyrıldı hayallerinden. Ayaklarını sürükleyerek girdi ön kapıdan, kalbi anlamsızca ağzında atıyor olmasa heyecanının böylesine yükseldiğini fark etmeyecekti. Her şeyden, herkesten kaçmak için kilometrelerce uzaklara uçmuştu ama kafasının içindeki seslerden, onu alıp götürdüğü anılardan kurtulamıyordu. ‘Kaçmıyorum’ dedi kendi kendine, yüksek sesle söylemiş olsa gerek ki bahçedeki ön masalardan bir iki meraklı gözün kendisine baktığını gördü, hafifçe utandı ve hızlı adımlarla arka tarafta gözüne kestirdiği bir masaya ilişti. Etrafı biraz merak biraz hasretle süzmeye başladı, garsonlar değişmişti -tabii ki kaç yıl boyunca herkesin, her şeyin yerli yerinde kalması beklenemezdi- aynada kendini zor tanıyordu artık, eskiye dair en ufak bir iz kalmamıştı, ne yüzünde ne kalbinde. Yıllarca diyet yapıp spor salonlarına gitmişti incecik olabilmek için, en büyük takıntısı ve derdi buydu zamanında, sonra hayatı bir anda tepetaklak olmuş, öyle büyük bir depresyon geçirmişti ki istemediği kadar kilo vermişti. Ama sevinecek bir hâli kalmamıştı buna, önünde sil baştan yaşaması gereken upuzun bir hayat vardı ve kendisini öyle çaresiz öyle yalnız hissediyordu ki ne zaman gerçekten nefes almaya başlayacaktı eskisi gibi, asla bilmiyordu.
– Cosa desidera ordinare, signora?
Tepesinde dikilen güler yüzlü garsonun sesiyle kendine geldi ve boş boş baktığı menüyü masaya bıraktı usulca. Ne yiyeceğini zaten biliyordu.
– Vorrei il pesto alla crema di tartufo, per favore.
Siparişi alıp hızla masayı terk eden garsonun ardından baktı. Tipik bir İtalyan’dı, kaslı vücudunu saran dar bir gömlek giymiş, uzun boyuyla tezat kısa pantolon paçaları ve turkuaz rengi makosenleriyle dikkat çekmeyi seven bir hâli vardı. Belli belirsiz bir gülümseme kondu dudaklarına.
Şarabından ilk yudumu hızlıca alıp kadehini gökyüzüne kaldırdı, açık gökyüzündeki yıldızlarla tokuşturmak istercesine. Sonunda ait olduğum yerdeyim!
* * *
Sabahın ilk ışıkları, dün gece açık bıraktığı panjurlardan odaya süzülüyor, belli belirsiz kuş sesleri ninni gibi kulağına fısıldıyordu. Defalarca gözlerini aralamaya çalışıp başaramayınca pes etti ve örtüyü kafasına kadar sertçe çekti, tam o anda şakaklarına saplanan bir ok hissettiğine yemin edebilirdi. Migren. Huzursuzca birkaç saniye daha yatakta debelendi, saçları sigara kokuyordu ve belli ki gece içtiği şarabı biraz abartmıştı. Sigarayı ve alkolü de hatırı sayılır ölçüde azaltmalıydı, ama şimdi değil. Pencereye yaklaşıp camları sonuna kadar açtı ve mis gibi havayı içine çekerken gözlerini kapattı. Gerçekten burada olduğuma inanamıyorum. Yanından hiç ayırmadığı Starbucks seyahat kupasında sert bir kahve yapıp pencere pervazına tünedi ve manzaranın tadını çıkarmaya başladı. Cephesinde sıra sıra ahşap panjurların dizili olduğu, taş bloklardan oluşan iki binayı birbirine bağlayan, yüksek duvarla çevrilmiş avluya baktı uzun uzun. Küçük bir botanik bahçesini andırıyordu, palmiye ağaçları ve saksılara dikili onlarca garip bitki. Kesinlikle Vatikan’ın en eski ve en huzurlu oteliydi burası. Banyolarındaki rutubet kokusunu bile seviyordu. Güzel bir duşun ardından kendisini sokaklara atmak için hazırlanmaya başladı.
***
1800’lü yılların sonunda inşa edildiğini tahmin ettiği ve nihayet elektrikle çalışan asansörün düğmesine bastı. Yüksek bir sesle bağlı olduğu halatlardan sıyrılıp ağır ağır aşağıya doğru inen asansör, bulunduğu kata gelince hantal bir şekilde durdu. Demir parmaklıklı ağır kapıyı açıp zamanda yolculuk yapacakmışçasına attı adımlarını bu kasvetli kutuya.
Arnavut kaldırımı sokaklarda pervasızca yürümeye başladı. Küme küme toplanıp rehberlerini bekleyen turistler fazlasıyla heyecanlı görünüyorlardı. Boyunlarına astıkları kameraları, ellerinde selfie çubukları ve haritaları, yüzüne nedensiz bir gülümseme kondurdu. Bir zamanlar ben de böyleydim. Seneler önce üniversiteden bir grup arkadaşıyla güzel bir İtalya turuna çıkmışlardı. Roma’da başlayan ve üç hafta süren maceraları Napoli ve Floransa’dan sonra Venedik’te son bulmuştu. Sınırsız bir iştahla yedikleri hamur işleri ve tatlılar gezi dönüşü İstanbul’da tartıya çıktıklarında hepsini üzmüştü, onu ise ağlatmıştı. Şimdi düşününce gezip gördükleri her yer, girdikleri müzeler, aldıkları hediyelikler, çektikleri fotoğraflar başka birinin hayatına aitmiş gibi geliyordu, öyle uzaktı ki o zamanlar.
Metrodan henüz çıkmış olan bir grup sevimli rahibe kollarıyla göğüslerine sıkı sıkıya bastırdıkları kutsal kitapları ve gri eteklerinin altına giydikleri uzun beyaz çoraplarıyla San Pietro’ya doğru hızlıca yürüyor, bir yandan da ağır aksanlı bir İtalyancayla bağıra çağıra konuşuyorlardı. Peşlerine takılıp birkaç sokak yol aldıktan sonra devasa ihtişamıyla Bernini’nin sanatını konuşturduğu o meydana gelmişti. Meydanın ortasında yer alan ve M.Ö 1. yüzyıldan günümüze ulaşan Mısır obeliski gökyüzüne ağır çekimde uzanıyordu. Meydanın iki yanında sıralanmış sütunlar ziyaretçilerini kucaklamak isteyen ev sahibesi gibi kollarını iki yana açmış, cüretkâr bir davette bulunuyorlardı sanki. Bazilikanın devasa kubbesine dikti gözlerini ve yaklaşmaya devam etti. Bazilikaya girmek için sıralanan turistlerin kuyruğu henüz öğle vakti gelmeden bütün meydana taşmıştı. Çok fazla turist. Obeliske doğru yaklaşıp durdu ve gökyüzüne baktı. Bir an bütün bu uğultudan uzak başka bir âleme gitti sanki. Bir an tıkandı kulakları ve hiçbir şey duymadı. Yüzüne hafifçe çarpan rüzgârdan başka hiçbir şey. Vatikan, Tanrı’nın nefesini omuzlarında hissedebileceği tek yerdi dünyada. Bir hüzün kapladı içini. Dizlerinin üstüne çökerken gözlerini gökyüzünden hiç ayırmadı ve gözyaşları durmaksızın aktı kucağına…
Sayı: 62