Havanın suskunluğunu gözden geçirdim usulca. Gözlerim kapanıyordu. Taşlaşmış ruhum üzerime çöküyordu. Belki de yürüdüğüm yolların ağırlığı toplanıyor, bedenime bilinçsiz bir şekilde dağılıyordu. Bilmiyordum. Zihnimin karıncalandığı, bulanıklaştığı ve köreldiği bir yaştaydım. Düşüncelerim yolunu kaybediyor, bildiklerim nefes almayı unutuyor, zihnimdeki uçurumun kenarından birer birer süzülüyorlardı. Ölümün ruhumdaki ayak seslerini duyuyor, inançsızca odağımı değiştirmeye çalışıyordum. Üzerinde oturduğum bank bile sanki kalp atışlarımın dünyanın zeminini delercesine attığını duyup huzursuzlanıyordu. Bir süre daha oturmalıydım. Denizden gelen her bir damla su yüzüme anlık bir gülümseme yayıyordu. Bir kere daha anlıyordum, o ufacık damlalar ruhumun en ücra köşelerine kadar uzanıyordu. Biriktirdiğim her hayal kırıklığında, her düşüm bir yıldız gibi kayıp gittiğinde, kendimi ifade etmem tükendiğinde, çok konuşup duraklayamadığımda, duygularım koca bir ormanda kaybolduğunda, özgürlüğüm ve sınırlarım beni yorduğunda, varlığımın faniliğinde ezildiğimde, maviliği beni çağırırdı. Sonsuzluğuma konuş der gibi bir hâli vardı hep. Hemen teslim olurdum. Çünkü dalgalar kalbime ve zihnime çarpar, zaman ve mekân algımı geri getirirdi. Her gelişimde bedenimi saran kokusuyla beni karşılardı. Kimi zaman bizim varlığımızdan zayıf düşmüş, hırçınlaşmış görünürdü. Her bir dalgasının kıyıya yansımasından anlardım. Kimi zaman da bütün canlılığıyla varlığına şükredermişçesine durgunlaşırdı. Mavisinin tonu söylerdi. Çünkü ne zaman durgunlaşsa, gökyüzüyle anlaşır ve onunla aynı renge bürünürdü. Bugün ise hiç tanımlayamadığım bir tavır takınmıştı. Dalgalarının kıyıya dokunuşu, kokusunun yoğunluğu, renginin duruşu her zamankinden farklıydı. Bunu fark ettikçe tenimden ruhuma ateş fışkırıyor, istemsizce bu ateşi körüklemeye devam ediyordum. Benliğinin bir parçasına eşlik etmeme yine izin vermeliydi. Yoksa nereden bilebilirdi ki dünyanın gün geçtikçe yoksullaştığını; sevgisini, anlayışını, mutluluğunu yitirdiğini; ihtiyacı olan her duygunun bir kar tanesi gibi yeryüzünden geçip gittiğini? Dünyanın saygısının yok olduğunu kendisi de duyumsuyordu. İçinde her gün yüzlerce canlı ölüyordu ya zehirli kimyasallardan ya da ona savurulan atıklardan. Birçok zaman vahşi olmasının, hırçınlaşmasının asıl sebebi buydu. Dinlemeyecekse beni neden çağırmıştı bugün buraya? Yolsuzlukları, intikamları, nefretleri duymaktan mı korkuyordu? İnsanlığın yarattığı bu evrende her duygu hüküm sürerken hangi canlı ya da cansız, hangi duygudan kaçabilmişti? Korkmadan dinlemeliydi. Bir an gözlerim yavaşça aralandı ve önümden kayıp giden yüzlere takıldı.
Onun yüzü gördüğüm diğer yüzlerden farklıydı. Bir annenin mutluluğunun, emeğinin, şefkatinin izini taşıyordu. Sevilmekten yorulmuş bakışları mı söylemişti bana bunu bilmiyorum. Öyle ufak tefek bir oğlandı ki her bir adımında kalabalıklar yutuyordu onu. Kalabalıklar arasında itiliyor, cılız sesi rüzgâra karışıyor, bacakları ağırlığından titriyor, kolları bedeninden bağımsızca savruluyor, üzerine bol gelen pantolonunu çekelemeye uğraşıyordu. Birden ellerindekiler yola dağıldı ve o ezilme pahasına bile olsa, onu yoran sevginin gücüyle bir hışımla toparlanmaya başladı. Kalabalığı yararcasına hızlandım. Yanında durduğumda yere çömelip toparlanmasına yardım etmeye başladım. Kafasını kaldırıp bana baktı ve şefkatle gülümsedi. Savaşçı bakışlarından aldığım cesaretle “Ben de satmak istiyorum bunları seninle.” dedim. Bunu bekliyormuş gibiydi. Yavaşça başını salladı.
“Bir paket mendil 1 lira, 1 lira!” diye bağıran sesimiz sokaklarda yankılanmaya başladı. Bağırırken tiz çıkan sesim insanların dönüp bakmasına sebep oluyor; bir yandan buna kahkahalarla gülüyor, bir yandan “Bir paket mendil 1 lira!” diye gücümüz yettiği kadar haykırıyorduk. Her bir pakete bir hikâye uyduruyor, önümüze çıkan herkese hikâyelerimizi anlatıyorduk. Birkaç saatliğine oyunlaştırmıştık hayatımızı. Birkaç saatliğine bütün düşüncelerimiz, acılarımız, yorgunluğumuz, bir balona sığmış, gökyüzüne salınmıştı. Oyunumuz işe yaramış, saatler sonra elimizdekilerin hepsini satmıştık. Ufaklığın yüzü yeni yıkanmış bir çiçek gibi aydınlanmış, gözleri parlayarak etrafı süzmeye başlamıştı. Saatler geçmiş olmasına rağmen hiç yorulmuş bir hâli yoktu. Topladığımız paranın yarısını bana uzatarak “Artık eve gitmeliyim.” dedi. Oysaki karanlığın çökmesine daha zaman vardı. Bana uzattığı parayı elimle ittirdim ve “Neden?” diye sordum. Annesinin ve babasının iş bulamadığını, evlerini geçindirmekte zorlandıklarını, okuldan arta kalan zamanlarda mendil satarak yardım etmeye çalıştığını anlattı. Öyküsü zihnimde bulduğu sesle algımı köreltmeye başlamışken, çocuğun koşarak uzaklaştığını gördüm. “Dur, gitme.” dememe fırsat vermeden, kalabalıkların arasına karışıp yok olmuştu. Elimdeki bozuk paralar ile amaçsızca kalakaldım. Tek bildiğim şey sahip olduğum bütün gücün, umutların, hayallerin ve inançların o küçük gibi kalabalıklar arasında kaybolup gittiğiydi. Bir hayata eşlik edebilmenin getirdiği hazla ışıldayamadan olduğum yere çakılmıştım. Dalgalarının vuruşu beni yakaladığında oradaydım. Elimde kalan cesaretime odaklanıp senin varlığına geldim.
Duymak istemediğin, başından beri anlatmak için kıvrandığım hikâye işte buydu. Sönmüş ama ruhu tükenmemiş kocaman bir hayattı bugün tanıştığım. Kalabalıklar arasında çırılçıplak kalmam, bütün beton parçalarını ateşe vermem, insanlığı tutup silkelemem, toplum düzenini yıkmam, küçücük bir çocuğun cümlelerine sıkışıp kalmıştı. Yüzüme anlık gelen gülümseme buharlaşıp uçtu. Artık ne ruhumu ne kalbimi ne de zihnimi taşıyabiliyordum. Soluğumun yavaşlama sebebi hem dalgalarının umursamazlığıydı hem de küçük bir çocuğun yaşantısı. Ruhumun sesine kulak vermemiştin.
Oturduğum banktan aniden fırladım. Gökyüzü siyahını takınmış, sahil tenhalaşmıştı. “Adaletsiz ve acımasız bir çukurda yaşamaktansa, senin zenginliğinde hayat bulmak istiyorum.” diye bağırdı zihnim. Ayaklarım zihnimi takip etti.
Suyun tenime dokunduğunda irkilmemiştim bile. Duymadığın bir hikâyem hâlâ vardı. Bizi dinliyormuş gibi taş zemin beni püskürtmüş, sana itmişti. Derinliklerinde seninle olmaya, huzur bulmaya gelmiş gibiydim. Aşağıya çekildikçe korkmuyor, hiç tanışmadığım bir duyguyu yaşıyordum: aitlik.
Yazan: Gizem Oral
Sayı: 48