“Bakalım, elimizde ne kalmış?” ile “Bakalım, elimizde ne varmış?” soruları arasındaki farkı göremeyecek kadar köreldiğimiz günlere hoş geldiniz. Ne var ki siz de eli boş gelmişe benziyorsunuz fakat cebinizde, çantanızda, ötenizde ya da berinizde şimdilik sakladığınız şeyler olduğu bilinci içerisindeyiz. Bu güzel bir şey çünkü en azından eli bomboş olup da her şeyi etrafa dağıttığını düşünenlerden değilsiniz. En azından, bunu yapıyorsanız bile, biz henüz fark edemedik.
Elimizde “kalanlar” ve “olanlar” arasındaki farkı dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışırken diğer bir taraftan da bir duygunun, düşüncenin ya da eylemin nasıl oluştuğu konusuna değinmemiz gerektiğini fark ediyoruz çünkü tüm bu olanlar sebepsiz yere gerçekleşiyor olsaydı ne hayata ne de onu yaşayanlara bir anlam veremezdik. Anlam veremediğimiz şey bizi tedirgin eder; korkutur. Gel gör ki biz korkulara sığınacak varlıklar değiliz ve güvenli bir ortamda yaşadığımızı hissetmek isteriz.
“Durduk yere öfke krizine giriyorum!” diyen kadar, “Durduk yere âşık oluyorum!” diyen insanın olması gayet mümkündür çünkü bu duyguların bir anda beliriverdiğine inanırlar ve hatta onlara doğayı gösterseniz ve “Bu bitki örtüsü, bu hayvanlar, kısacası; bu canlılık nasıl oluşmuş?” diye sorarsanız, cevapları yine “Bir anda oluvermiş!” olacaktır. İşte; “Eli boş olanın her şeyi etrafa dağıtması” benzetmesini yaptığımız durum, budur.
Yine de siz, bizlerden bir şeyler saklamaya devam ediyorsunuz. Bahçesine neyin tohumunu ektiğini bilmeyen, hobi sahibi, emekli, hayattan beklentisi kalmamış, ne bir disiplin peşinde ne de hayatı daha güvenilir ya da verimli hâle getirecek çabası var, imkânı varken toprak eşelemek istemiş, bu hayırsızdan bize ne, al, bak orada domates çıkmış, kimin işine yaradı ki, yüz ölçümü ile sunduğu ürün kıyaslandığında verimsizlikten ölüyor ama adama sorsak da “Bu benim hobim. Bana karışamazsın. Arazi de benim, vergilerimi de ödüyorum, bırakın da biraz laylaylom edeyim.” savunmasını yapacak, tabii ki kendisine topraksız tarımdan ya da katlı tarımdan bahsedersek “Anlatamıyorum galiba, ticaret değil bu, ben sadece emekliliğimi yaşıyorum!” diyerek dönüş yapacak, gördüğünüz gibi emekli insanlar huysuz oluyor, utanmasa bize yumruk atacak, sanki yaşam hakkını elinden aldık, diyoruz ki “Yapma böyle. Bu arazide şu ve bu teknikler kullanılarak, bırak tek kahvaltılık domates bulmayı, köyün yarısına domates sağlarsın. Onlar da senin gibi bu dünyada bir kereliğine yaşam hakkına sahip değiller mi?” Ama kime diyoruz, çevreciler ve hümanistler kısa süreli bir alkış tutuyor bizlere ve oturdukları koltuklara geri dönüyor, bu emekli adam da hakaret davası açacakmış gibi görünüyor, biz de dilimizi bağlıyor ve olay yerinden uzaklaşıyoruz.
Bir yerden uzaklaşmak, diğer bir yere yakınlaşmayı gerektirir; bilirsiniz. Yakınlaştığımız noktada ise yine duygular meselesi var. Durduk yere öfke krizine girdiğini söyleyenlerin arasına karışmış durumdayız. “Daha demin bir emeklinin yanındaydık, geniş bir arazisi var, bu araziye ne ektiğini de bilmediği için o koskoca arazide tutmuş olan tek tohumun ürünü olan domatesini yerken seviniyordu, ‘Koca araziyi heba etmişsin!’ diye bağırmak istedik ama haksız çıkacaktık çünkü arazi onundu ve vergilerini de ödüyormuş, bu adama kim karışabilir, değil mi, şimdi sana da gelip ‘Bak, bu beyin denen organ da ucu bucağı olmayan bir arazidir, ne ektiğini bilmeden ilerlersen ne biçeceğini de bilemezsin, evet, duygular da yoktan var olmaz, onları eken de biçen de bizleriz.’ desek bize kızar mısın?” şeklinde bir monolog ile yaklaşırsak %87 oranında kavga çıkacak. Hatırlatmalıyız ki bu adam durduk yere zaten sinirleniyor, bir de eleştiriye açık değilse hâlimiz ne olur? “Gayet haklısınız, neden sinirleneyim ki, asıl meselenin ‘İnsanların beni anlama kapasitesi yok!’ diye çıkışmalarım olduğunu ben de biliyorum ama elden ne gelir, bu düşünceyle ektiğim her tohum da öfke olarak filizleniyor, ben de kendimi anlatmaya çalışmak yerine onlara hakaretler edip öfke filizlerimi arazimden uzaklaştırmaya çalışıyorum.” cevabını mı verecek? Hiç sanmam. Bundan da uzak duralım ve bambaşka yerlere uzaklaşalım, hani şu “Bakalım, elimizde ne kalmış?” sorusunu soranların yanına…
Bizden bir şeyler saklamayı bırakanlardan bazıları, en azından ceplerini karıştırmaya başlamış, ellerinde kalanları inceliyor, şaşırıyor, çoktan unutmuşlar bunların onlarda olduğunu ya da ilk defa görüyorlar ve neden bu güne kadar kullanmadıklarını düşünüyorlar, türlü türlü özellikler ceplerinde dolaşıp duruyor, elleri boş olanlardan bir farkları olduklarını anlıyor ve özgüvenleri yerine geliyor, kim vermiş bu tohumları kendilerine, bunu bilmiyorlar ama yine de sahip olduklarıyla yetinmeyi biliyorlar, çok daha ilginç olanı, aralarından bazıları bu tohumları birbirleriyle ya paylaşıyor ya da karşılıksız olarak bir başkasına vermekten çekinmiyor, “Hayat paylaştıkça güzel!” pankartları da açılıp sloganlar atılmadığına göre burada bir örgüt yönlendirmesinden bahsedemiyoruz, bunlar kendiliğinden olan şeyler, başıboş bir tarla faresinin tarlada dolaştığını ve istediği ürüne ulaştığını görüyoruz ama ona bile seslerini çıkarmıyorlar, “Bırak, o da faydalansın.” diyenler şimdilik sakin ama yüzlerce tarla faresi bir anda gelip de tarlaya dadanırsa bu topluluğun da sakin kalabileceğini düşünmemek lazım, tarla fareleri vur-kaç taktiğinde uzmanlaşadursunlar, bu topluluktan bazıları da sırf aptal yerine konduğunu hissettiği için birkaç tarla faresinin başını ezecek, hayat aynı tempoda devam edecek, bizler de şimdilik bu araziye “yargı” diyeceğiz ve ekilen tohumlara ise “değer” adını vereceğiz, toplumsal değerler bazen zedelenecek ama yine de çoğunluğun karnını tok tutmaya yetecek, diyoruz ya, hayat aynı tempoda devam edecek…
Henüz çok da uzaklaşmamışken yeni bir kalabalığın arasına dalıyoruz ki bunlar da “Bakalım, elimizde ne varmış?” diyerek bizlerden bir şeyler saklayanlar… Buradakiler sadece ceplerine değil; çantalarına, ötelerine ve berilerine de bakmışlar, tohumların ne kadar fazla olduğunu görünce de ekilecek arazinin yetersizliğinden şikâyetçi olmaya başlamışlar. Bu noktadan sonra ise ikiye ayrılmışlar; ya daha fazla araziyi sahiplenmek istemişler ya da ellerindeki tohumları değerlendirerek / analiz ederek mevcut araziyi optimum seviyede kullanmayı… “Bende filizlenen bu fikir sadece bende kalırsa hiçbir şey değişmez ama değişmesi gereken de pek çok şey var. O zaman; gideyim de kendi fikirlerimi başkalarına dikte edeyim.” düşüncelerinin dolaştığı yerlerde “Zaten herkesin sınırlı ömrü var. Ne diye ortak bir payda aramakla zaman kaybedeyim ki? Ben onlara bulaşmam, onlar da bana bulaşmasın; mis gibi geçinip gideriz!” düşünceleri de dolaşmaktadır. Araziye şekil verme girişimleri, araziyi genişletme girişimleri ile kapışırken “değer” tohumlarının bazıları kullanılmaz hâle geldi bile. Evet, bu aşamadaki kalabalığın ortaya koyduğu ürünlerde normale oranla çok daha yüksek verimden bahsedebiliyorken diğer taraftan da hiç filizlenememiş tohumların yitip gittiğini görüyoruz. Farkındaysanız artık araziler arasına dikenli teller çevrilmiş, paylaşım azalmış, isteyen istediğini aldığını düşünür olmuş ama nabız yükselmiş, tarla fareleri de zor girer bu arazilere, hele bir denesinler, bırakın sadece bu araziye girme teşebbüsünde bulunanları, sığındıkları yerler de tespit edilir ve yok edilirler.
Yani; bizden sakladığınız tohumları saklamaya devam edebilir, sadece ceplerinizi karıştırabilir ve bulduğunuzu bize sunabilir ya da her yeri araştırıp da fazlaca tohum bulup ne yapacağınıza siz karar verebilirsiniz. Ortaya bir “değer” tohumu ektiğinizde ise farklı tepkilerle karşılanabileceğinizi de unutmamanız lazım. Ben buraya bir tohum ektim bile! Kimisi “Ne tohumu, ben bir şey anlamadım!” diyecek, kimisi “Bu sivri dili sen kendine sakla!” diyecek ve kimisi de “Ağzına sağlık, ben de bundan bahsediyordum!” diyecek… Tek bir tohum, binlerce farklı filiz verecek. Benim merak ettiğim şey; sizlerin bizden ne sakladığınız, daha fazlası değil.