Ben Kenan. Dede adını taşıyan, biraz melankolik, biraz uykusuz Kenan… Yirmili yaşlarının sonunda, evden işe işten eve modunda; birkaç yıldır babaannesiyle yaşayan bir garip kulum. İçim içime sığmıyor bugün. Sabahı nasıl ettim bir ben biliyorum. Tam yirmi saat önce canım babaannemin kahvaltıda canı su böreği çekince caddenin karşısındaki börekçide almıştım soluğu. Benim pamuk kalplim ister de nasıl almam? Aldıklarımı ödemiş çıkıyordum ki yıllar önce yollarımızın ayrıldığı lise aşkım kapıdan içeri girmez mi… Nefesimi almak yerine birkaç kez içime göndermiş olabilirim. Kumral saçları omuzlarına dökülmüş, yine sevdiği gibi siyahlar içinde. Gülümsemişti hemen, sol yanağındaki gamzesi de eşlik etmişti gülümsemesine. Durun durun, uykusuzluğum bu yüzden değil. Yudum’u görmek içimde tarifsiz hisler uyandırmadı diyemem ama bu karşılaşma benim eski platonik duygularımı asla depreştirmedi. Lakin depreşse ne olacaktı ki. Biz ki aynı dünyada, ayrı duygulardaydık. Belki bir şeyleri değiştiririz de yeniden arkadaş olabiliriz. Bunu zaman gösterecek.
Ne diyordum; kalbimin sesini kulaklarımda duyuyorum saatlerdir. Yudum’la öğleden sonra Menekşe Parkı’ndaki çay bahçesinde buluşmak için sözleşmiştik. Buraya birkaç günlüğüne, bir akrabasının düğünü için gelmişti. Buralardan taşındıktan sonra ondan hiç haber alamamıştım. Biraz da kalbim kırıktı. Hakkında hiçbir şey öğrenmemek için büyük çaba göstermiştim yıllarca.
Buluşma saatimizden on dakika önce gelmiştim parka. Havuzun kenarında söğüt ağacının altındaki masa şansıma boştu. Tam oraya yönelmiştim ki bir el omzuma dokundu. Yudum’du gelen. Benim gibi erkenciliği severdi, bilirdim. Bu kez siyahlar içinde değil, üzerinde mor çiçekler olan, beyaz, uzun bir elbise giymişti. Işıl ışıldı ve canlı, bahar gibi… Bense yanında abisi gibi duruyordum, o kesin.
Büyük bir şehirde madenle ilgili bir şirkette çalışıyormuş. Hiç evlenmemiş. Boş zamanlarında yurt dışına gidip fotoğraf çekmeyi seviyormuş ve daha bir sürü şey anlattı o kısacık zamanda. Bense üç yıl kadar önce biten evliliğimden nedense hiç bahsedemedim. Bunalıma girmekten canım babaannem sayesinde kurtulduğumdan ve daha birçok şeyden de. Belki daha sonra anlatırdım. İç mimarlık okuyup şu an bambaşka işler yaptığımdan bahsettim mesela, beyaz kanaryam Bulut’tan… Neme lazımsa fıtıklı belimden bahsettim. Bir de birkaç dergide öykü yazarı olduğumdan. Son söylediğim çok ilgisini çekmişti. Kaç çay içtik ve bunun üzerine kaç dakika konuştuk bilmiyorum. “Senin hep gizemli bir yanın vardı, biliyor musun?” demişti gözlerimin içine gülümseyerek. Yazmak bir nevi bir gizemmiş ona göre, bir saklanma biçimi. Evet, bu konuyla ilgili sayfalar dolusu söz söylenebilir. Fakat şimdi değil…
Sevdiğim yazarlardan bahsederken yazdıklarından en çok etkilendiğim ve hayatımı değiştiren bir yazarın adını söylemiştim ki elini ağzına kapatarak, “Gürdal Arıkan’dan bahsediyorsun, inanamıyorum ya!” demişti hayretler içinde. Anne tarafından akrabası olan ve şu anda tam da yaşadığım şehirde inzivaya çekilmiş olan Gürdal Arıkan’a bu kadar yakın olmak bana da çok tuhaf gelmişti. İstersem onunla bir görüşme ayarlayacağını da söylemişti içtenlikle.
Birkaç saat sonra bu görüşmeyi gerçekleştirecek olan ben, saatleri bir türlü geçiremiyordum. Kalbime de söz geçiremiyordum elbette. Biz Yudum’la, Gürdal Bey’le buluşacağımız vakitten iki saat önce buluşmuştuk. Zaman nasıl aktı gitti anlatamam. Kaç çay içtik bilmiyorum. Kahvemizi sonraya saklamıştık nedense. Acıkınca araya bir de tost eklemiştik. Ne hoştu böyle, keşke dursaydı zaman bir on saat kadar.
Sohbet sohbeti açarken önce Yudum görmüştü kendisine hayran olduğum yazarı. “Gürdal abi!” diye koşarak gitmişti yanına. İkisinin de havada uçuşan gülücüklerine bakılırsa araları iyiydi belli ki. İşte geliyordu satırları konuşan adam. Her yazdığı öyküyü okuduktan sonra üzerine saatlerce, bazen de günlerce düşünürdüm.
İçten bir gülümseme ile, “Merhaba delikanlı.” demişti. Adımı söyleyip uzattığı elini sıkmıştım ben de. “Biliyorum adını.” dedi. “Yudum bahsetti senden. Meğer çok istiyormuşsun benimle tanışmayı. Teşekkür ederim.”
Her zamanki fularlarından takmamıştı bu kez. Bej rengi keten pantolon üzerine yeşil bir gömlek giymişti. Çok tatlı bir tonu vardı gömleğinin. Onu olduğundan daha genç göstermişti. İşte, karşımdaydı. Onu etten ve kemikten, kanlı canlı hâliyle görmek… Aynı masada oturduğumuza inanasım gelmiyordu.
Kırlaşmış saçlarıyla uyumlu, metal çerçeveli gözlüğünü takmıştı. Gözleri iki siyah zeytin gibi parlıyordu. Önceden kafamda o kadar büyütmüşüm ki onu, bizimle birlikte kahve içebileceği, çayına bir şeker atacağı, yanında getirdiği kitaplardan bize şiirler okuyacağı, çok bunalınca yüzünü yıkayıp geleceğine hiç ihtimal vermiyordum. İnsandı işte, aşınmış ayakkabıları yürümeyi sevdiğinin neticesiydi ve cüzdanında sakladığı gençlik yıllarındaki iki vesikalığı göstermesi de o günlere özlemini anlatıyordu. Duygulanmıştım…
Romanını tamamlamak için birkaç ay daha burada kalmayı düşüyormuş. Buranın havası ona iyi geliyormuş. Çekindiğim için ve biraz da sanki bu yüzden tanışmışım gibi düşünmesin diye yazdığım öykülerden bahsedememiştim ona. Belki daha sonra, olur da sorarsa okuyup yorumlaması beni mutlu ederdi tabii ki.
Hayatımın en güzel birkaç saatiydi. İleride yaşayacağımız güzelliklerin fragmanı olduğunu nereden bilebilirdim…