İşte akın akın geliyor insanlar. Yurt dışından bile. “Şehir hayatında bunalmışlar için ne büyük nimet burası, diyorlar. Nimet deyince en çok ekmek yapmaya özeniyor bu şehirliler. Fırınların içine düşecekler neredeyse. Bir de yemeleri var ki sonrasında. Nasıl yemesinler dört yüz yıllık geçmişi olan ekşi mayadan yapıyoruz ekmeklerimizi. Bizden beter kilolu olurlar burada devamlı yaşasalar vallahi. Bazen de güldürüyorlar insanı. Geçenlerde kadının birini kazlar kovalamış. Cıyak cıyak bağırarak koşuyordu. Çok güldük çok. Ayıp oldu diye düşünürken aynı kadını bizim sokak köpeklerinden birini severken gördüm. Neredeyse koynuna sokacaktı. Anlamadım gitti bu şehirlileri.
Torba torba tarhana, bakliyat, ceviz, sepet sepet üzüm, kavanoz kavanoz bal satın alırlar giderken. Kerpiç evlerimizde ağırlarız onları. Cebimiz para gördü sayelerinde. Bunu Sadiye’ye borçluyuz. Her şey programlı olsun, gelenler kusur bulmasın dedi. Dediklerini harfi harfine uyguladık. Köyümüzün şanı yürüdü gitti. E bu kadar yeter gayrı. Tanındığı kadar tanındı köyümüz. Neymiş efendim, hâlâ tülbent oyalıyormuşuz, bırakmalıymışız artık, kitap okumalıymışız, onun deyişiyle kitap okumaya adamalıymışız kendimizi. Kendisi “sıra dışı okur” unvanı aldı. “Köyünden çıkmadan dünyayı okuyan kadın,” da dediler ona. Böyle başladı zaten köyün tanıtımı. Tamam, iyi güzel de belki her kadının canı okumak istemiyor, sevmiyor okumayı. Bayramda kitap getirmiş hediye diye. Güya teşvik edecek. Açtım bir iki sayfasını. Yok, olmuyor işte. Okuyamıyorum, ilerlemiyor.
Zaten işim başımdan aşkın. Kolay mı köy muhtarı olmak? Nur içinde yatsın, babamın vasiyetini gerçekleştirdim. Elimde evlat olarak bir tek sen kaldın, ağabeylerin rahmetli olmasalardı senden bunu istemezdim deyince akan sular durdu bende. O da haklıydı. Bir insan kırk yıl aynı köyde muhtar seçilirse tabii ki kendinden sonra güvendiği birine bırakmak ister koltuğunu. Koltuk dediğime bakmayın, iki sandalye bir masa bizim muhtarlık. Ama çiçeklerim çok. Bahçeme çevirdim neredeyse. Allah için köylü de sever beni. Bazılarının benim için huysuz dediği kulağıma çalınır ara ara ama. Babamın hatırı olmasaymış muhtar olamazmışım gibi laflar da. Babam becereceğimden emin olmasa bu işi üstüme almamı ister miydi? Bu köye âşıktı. Ellerimizle yaptık karış karış deyip dururdu. Haset edenlerin lafları bunlar. Leblebiciler’den Haydar kaç defa benimle birlikte aday oldu, kazanabildi mi? O sorumluluğu yerine getirecek birini bulmak zor köyde. Ha bizim Sadiye yapabilir, cebbar kadındır neme lazım. İyi ki tutturmuş eko turizm, eko turizm diye. Yoksa kaptırmıştım yerimi.
Tamam, ne yaparsa yapsın da bu son yaptığı… Sadiye bir de ödül alıp durur. Avrupa’ya bile gitti kadın ya. Köyümüz de sayesinde çok ödül aldı. Yine böyle bir ödül aldığı gün, “Köyümüzde ne kadar duvar varsa köyümüze özgü çiçek resimleriyle donansa ne iyi olur,” deyivermiş. Neymiş efendim gâvur memleketlerinde öyle yapıldığını görmüş. Burası gâvur eli mi kardeşim? Onlar ister, yapar, çiçeğe hasretler tabii. Bugünlere gelmemizi sağlamışlar. Bizim çiçeklerimiz öyle böyle değildir. Mayıs gelince kıpkırmızı Şakayık keser her yer. Akşam Sefası, Borazan Çiçeği, Frezya, Hatmi Çiçeği, Küpeli, Kadife Çiçeği, Lale, Gelincik, Pembe Trompet Çiçeği, Horoz İbiği say say bitmez. Biz, Bulgaristan’dan buraya göçerken aman bu kalsın, şu kalsın deyip eşyalarımızdan fedakârlık edip yerlerine tohum koyanlarız. Sebze, meyve, çiçek tohumları taşmış torbalarımızdan. Soğan, mısır, kavun, karpuz, sarımsak, ayçiçeği, buğday başta olmak üzere birçok tohum. Hepsi atalık tohumlar. Büyüklerimiz köyde gözleri gibi koruyup çoğaltmışlar onları.
Yazı başka güzeldir köyümüzün, güzü başka güzel. Kışın da dizlerimize kadar karla örtülür. Güz vakti gelenler, geceyi, çeyizimizden saten kaplı yün yorganlarınızın altında mışıl mışıl geçirdikten sonra sabah horoz sesleriyle yataklarından kalkıp kendi üretimimiz ballı, tereyağlı, peynirli, reçelli, mis gibi kokan domatesli, biberli, folluktan yeni alınmış yumurtalı, kuzinede pişmiş börekli kahvaltıyı güle oynaya midelerine indirdikleri halde bağ bozumuna gidince üzümleri asmalardan altın ellercesine nazik nazik alıp öyle iştahla yerler ki. Sokaklara taşmış dallardan “Bizim oralarda kaç lira bu elmalar,” diyerek koparıp yedikleri gibi. Ağaçların o dallarını özellikle toplamayız gelen geçen yesin diye.
Yarın başlıyorlarmış. Yer gök bırakmayacaklarmış. Ne evlerimizin dış duvarları, ne kapıları, ne kuş yuvaları, ne damları, ne köpek kulübeleri, ne köy çeşmesi. Öyle diyor Sadiye. Her yere çiçekler çizip boyayacakmış gelenler. Bu kadını anlamak mümkün değil. Bizim çiçeklerimiz kaybolur aralarında deyiverecek oldum, “Anlaşma yapıldı, bitince çok beğeneceksin,” diye arkasını dönüp gitti. Hay şalvarına tükürdüğüm dedim içimden. Yeni dikmiş galiba. Pek de çiçekli. Doymuyor çiçeğe anam doymuyor bu kadın. Yemenisinin oyaları yetmezmiş gibi bulduğu çiçeği sıkıştırıverir aralarına, Bir de kitaba doymaz. Geçen bir uğrayayım dedim. Odanın öteki duvarına da kitap koymak için uzun uzun raflar yaptırıp çoğunu da doldurmuş. Yine elime birini tutuşturmaya kalktı, zor kurtuldum.
Sabah ola hayrola dedim ama hayır olmadı. Bir de baktım ki üç, beş tane genç kızla, delikanlı bizim Sadiye ile kapı kapı dolaşıyor. Çiçek çizip boyayacakları yerleri tespit ediyorlarmış. Sadiye beni tanıştırdı muhtarımız Hasibe Hanım diye. Memnun olmuşlarmış. Ben hiç memnun olmadım demek vardı ya neyse. Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi öğrencileriymiş gençler. Hocaları da öğleden sonra gelip onlara eşlik edecekmiş. “Bir sorununuz, bir ihtiyacınız olursa bana, muhtarımıza söyleyebilirsiniz,” dedi Sadiye. Ne ihtiyaçları olacaksa artık. Boya mı vereceğim, fırça mı acaba diye söylenerek muhtarlığa yol aldım.
Öğlene doğru içim rahat etmedi. Şunlara bir bakayım dedim. Şeytan dürttü derler ya. Bakmaz olaydım. Başlarında geniş kenarlı şapkalarıyla koca koca çiçekler, dallar, yapraklar çizmeye başlamışlar bile kapıların üstüne. Hani bir gün önce “Merak etmeyin muhtar hanım, eski ahşap yapılarını koruyacağız boyarken,” demişlerdi. Bu kadar kocaman yapmak zorunda mısınız, yemenilerimize oyaladığımız çiçekler gibi çizin ince ince de görelim deyiverecektim ki Sadiye elinde çay tepsisi ve tepeleme dolu bir koca kap pişi ile geliverdi. Yorulmuş yavrucaklar, çay molası verselermiş.
Bir hışımla döndüm muhtarlığa. Sadettin Hoca öğle ezanını okumaya başlayınca biraz sakinledim. Aklıma şimdi bu gençler cami duvarını da boyarlar diye geldi. Koşturdum. Böyle böyle dedim Sadettin Hoca’ya. “Tövbe tövbe, öyle şey yapmazlar kızım. Rahat ol,” dese de “Ben yine de Sadiye’nin kulağını bükeyim hocam,” dedim.” Sen bilirsin,” diye cüppesini sürüyerek arkasını dönüp gitti. Benim sözlerime arkasını dönüp gitme de moda oldu diye düşünmeden edemedim. Akşamları Sadiye’nin evinde kalacaklarmış gençler. İçeriden gitar sesleri geliyordu. Kapıyı çaldım. Cami duvarı ile ilgili düşüncelerimi söyledim. “Merak etme, öyle bir şey olmaz,” dedi. Biraz sinirlendi galiba, buyur etmedi. Kapıya ulaşan şarap kokusu burnumu gıdıklasa da omzumu silkip yürüdüm. Camiyi kurtarmıştım neyse.
İkinci gün gür sakallı bir adam vardı gençlerin başında. Hocam şöyle, hocam böyle deyip duruyorlardı. Çeşmeyi boyamaya başlamışlardı. Hüsamettin o çeşme başında beni sevdiğini söylemişti. Yapmayın etmeyin hatıralarımızı iki çizgiye, bir boyaya kurban etmeyin diyecektim, Sadiye beliriverdi. Yine elinde çaylar, çörekler. Çiçek, kitap delisi demiştim ya bir de yedirmeyi çok sever bu kadın. Turla gelen misafirlerin önüne yığar da yığar yemekleri.
Gençler geleli üç gün olmuştu. Aklınıza gelen her yer çiçeklerle boyanmıştı. Hani utanmasalar köyün kedilerini, köpekleri bile boyayacaklardı. Ben artık önlerinden geçerken suratımı düşürüp merhaba diye laf atmalarına bile cevap vermedim inatla.
Dördüncü günün sabahı bir telefon geldi muhtarlığa. Vali, köyümüzdeki bu etkinliği duymuş, gelip gençleri kutlayacakmış. “Hayda!” dedim uzun uzun. Kutlanacak ne var? Ama vali bu, muhtara düşer karşılamak. Şimdi Sadiye öne atılır falan. Muhtarlığın şanı gider. Bizim Raziye’ye koşturdum, “Hemen lahmacun yapıyorsun en güzel içlisinden, dedim. Bir dediğimi iki etmez. Eli de hızlıdır. “Ayranları da kızım hazırlar,” dedi. Öğlen yemeğine tamamdı her şey. Raziye’nin kızıyla taşıdık. Geç kalmışız. “Her günkü gibi Sadiye Hanım doyurdu bizi,” dediklerinde bir şey söylemesem de bayağı sinirlendiğim yüzüme yansımıştır. Valinin geleceğinden haberleri varmış meğer. Sonra yersiniz diye bırakıverdim ne varsa. İyilik yaramıyordu bunlara da.
Akşamüstü valinin arabasını köy girişinde karşıladık. Kendimi tanıttım. Elimi sıktı, başladı Sadiye ile konuşmaya. Sadiye de aldı sazı eline. Efendim şöyleymiş de böyleymiş de. İnternetten kiraz ağaçlarımızı, keçilerimizi kiralamamıza kadar anlat anlat bitiremedi. Konuyla ne ilgisi varsa. Tam muhtar olarak tam söze gireceğim, oradan vali bir şey soruyor Sadiye cevap veriyor. Kesin alı al moru mor olmuşumdur. Vali gençleri tebrik etti. Hepsiyle ayrı ayrı konuştu. İhtiyaçları olup olmadığını sordu. Onlar teşekkür edip iki lafın arasında Sadiye’yi methedip durdular. Ardından fotoğraflar çekilmeye başladı. Benim her fotoğrafa muhtar olarak girmem gerekiyordu ama nedense Sadiye başroldeydi. En çok da hatıra duvarı olarak hazırlanan duvarın önündeki fotoğrafta yer almadığıma sinirlendim.
Artık dayanamadım. Böyle olmayacaktı. Zaten günlerdir yüreğim şişmiş, dolmuştum. Koskoca muhtarın adının geçmemesi olur şey değildi. Ben de başladım gençleri, yaptıklarını methetmeye. Birbirlerine baktıklarını hissetsem de hiç bozmadım konuşmamı. Aralarından biri benden bahsedip allayıp pullamaya başladı. Göğsüm kabardı. Sözlerinin sonunda ilerde nasıl olmuş da boş kalmış bir duvarı göstererek devam etti. “Bu denli sanata düşkün Hasibe Hanım için şuraya bir nü çalışma yapabiliriz,” dedi. Göz mü kırptı bunları söylerken bana mı öyle geldi diye düşünürken Valinin gülümsemesine katılmak zorunda kaldım. Onu yüzünde tebessümle uğurladığım için mutluydum.
Ertesi sabah güm güm sesleriyle uyandık. Hüsamettin “Sabahın köründe kim bu?” diye koşturdu. “Nerede o muhtar olacak karın, çağır gelsin,” bağırtılarını duymamla yemenimi kaptığım gibi soluğu kapıda aldım. Köyün en yaşlılarından Mehmet Dayı ile Arif Aga gözleri yuvalarından çıkmış halde bastonlarını yüzüme sallayarak “Bu ne rezalet Hasibe? Camiye gidelim diye çıktık abdestimiz bozulacaktı neredeyse. Bundan böyle mezardan baban çıksa bile bir daha seni muhtar seçmeyiz,” diye ortalığı birbirine kattılar. Ne olduğunu anlamama fırsat vermeden bastonlarını tak tak vurarak gittiler. Hüsamettin’le birbirimize bakakaldık yıllardır “Kızım, sen bize babandan emanetsin,” diyen insanlara bu sözleri sabahın köründe ne, kim söyletti diye. Beyim, “Gidelim arkalarından, ne olmuş anlayalım,” deyince hemen geçirdim şalvarımı ayağıma. İki sokak öteye geldiğimizde dünkü bomboş duvarda gördüğümü, gözlerim kör olaydı da görmez olaydım.
En son, “Yaktın beni!” diye avaz avaz Sadiye’nin evine koştuğumu hatırlıyorum. Sonrası yok!
Sayı: 64