Özgürlüğün en somut hâli bir hayatı dolu dolu yaşamak mıdır hiç içinde kalmadan, yoksa esir kalmamak mıdır kendi zihninin paslı duvarlarında? Başkalarının mutluluğuna iç çekerek bakmak mı, çocukluk anına dokunan bir yerle karşılaşıp da boğazının düğüm düğüm olmaması mı yoksa?
Yutkunmadan içten bir bakış atabilmek mi ya da hayata?
Hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiren, sonsuz bir zaman akışına hapsolmuş gibi görünen; nefes kesici acının izini taşıyoruz bir bıçak gibi göğsümüzde. Acıyı zamana bölüyoruz. Zamanın uzunluğu arttıkça acıyı hâlen ilk günkü gibi yaşıyor oluşumuza kızıyoruz. Sanki elimizdeymiş gibi. Sanki günler geçince acı da aynı oranda geçebilecekmiş gibi.
Tozlu bir masanın üstünden, yılgın toz kümesine üfleyince uçuverdiği gibi siliniverseydi keşke, ruhumuzun derinlerinde yankılanan acının emareleri. Oysa bizim payımıza düşen, yılların eskittiği bir kitabın sayfalarındaki toz bulutu gibi bir ağırlıkla karşılaşmak. Sonra nefesimizin yetmediğini anlayıp çaresizliğin çınlamasını hissetmek kulaklarımızda.
Yankılanan sese kulak vermeden nasıl dindirebiliriz bu feryadı? Bir çocuğun korkusu gizli, o yakarışın notalarında. Bir yardım çırpınışı. Bir kalbe bağlanmanın çaresizliği ya da. Hissettiğimiz yalnızlıklar ve sancılar kadar, birine bağlanmanın huzuru ve aynı zamanda hissedilen ürperti de var orada. Bir kalbe eşlik etmeyi hep çiçeklerle dolu bir bahçede yürüyor gibi mi hayal etmeliyiz? Çiçeklerin arasından yükselen zehirli sarmaşığı fark edemeyecek kadar kör mü gözlerimiz ki birine derin bağlarla tutunmanın gücünü hafife alıyoruz?
İhmal edilmiş çocukluğumuzdan bağlanıyoruz kişilere, nesnelere, anılara…Başı okşanmaya muhtaç, kalbi kırık çocuğun gözlerinden bakıyoruz yaşama. Ne görebiliriz ki o gözlerin derin buğusundan? Yeni bir başlangıcın hayali mi? Yoksa bir süper kahraman gibi gelip hayatımızı şekillendiren birini mi?
Belki de umutlu gözlerle yolunu beklediğimiz o kahraman hiçbir zaman gelmeyecek, kimse ellerini uzatıp da çıkarmayacak o derin kuyudan. Peki ya bize kalan o kuyunun karanlığında, hevesle saklanıp bulunmayı bekleyen bir çocuğun heyecanı mı? Yoksa bulunmadıkça gelen hayal kırıklığıyla beraber buğulanan kederli gözler mi? O gözlerden süzülen yaşları kendi kendimize silmek bize düşen asıl görev. Başka birinin uzattığı el her zaman orada olmayacak belki de. Kendimize temas ettikçe yaramıza temas etmeyi, onu iyileştirmeyi öğreneceğiz. Başkasının dokunuşuna bağımlı kaldıkça ne kadar özgür sayılabiliriz ki?
Aradığımız asıl özgürlük dışarıdan gelecek bir kurtuluş umudunda değil; kendi içimizdeki yeniden başlayabilme cesaretinde gizli. İçimizde düğümlenen, paslanmış zincirleri tek tek çözebilme inancıyla başlayan içsel bir yolculuğun başlangıcında… Bazen zorlayıcı da olsa tüm kırıklıklarımıza rağmen hatalarımızla veya güzel yanlarımızla kendimizi yeniden sevebilmenin gücü yeşerecek içimizde. İşte gerçek özgürlük burada saklı.
Kendimizi sevdikçe öğreneceğiz, yolumuz üzerindeki dikenleri temizlemeyi, tökezlesek de yeniden kalkabilmeyi. Ve bazen de yol kenarında durup dinlenirken rengârenk çiçekler ekmenin güzelliğini… Bir başkasının kabulüne minnet etmeden kendimizi olduğu gibi kabul edebilmenin gücü yükseldikçe biz daha emin atacağız adımlarımızı. Küçük bir umutla filizlenen ilk adım, büyüdükçe, acıdan örülmüş sapasağlam bir dağı bile eritecek kadar güçlü olabilir.
Öyleyse bu başlangıç çizgisinin kıyısında duran bizler, hangi tarafa yöneleceğiz? Işığa mı, yoksa kendi gölgemize mi? Belki de cevap, hangi yöne bakmaya cesaret edebildiğimizde saklıdır.
Sayı: 68