“ölüler ki bir gün gömülür,
içimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
insan yaşıyorken özgürdür
insan
yaşıyorken
özgürdür”
Yanlışlıklar silsilesinin döngüselliğinde takılıp kaldığım, sonu görünmeyen bir hata çıkmazının, tam ortasındayım. Beni kendine çeken davetkâr, keskin bir uçurumun dibinde oturmuş; ‘ölümü düşlüyorum’.
Ruhi Bey’e hak verdiğim bir noktadan gülümsüyorum, her şeye rağmen hayatıma. Buruk bir gülümsemeyle bakıyorum, ruhumdan binbir parça eksilten düş kırıklıklarıma. Asla gerçekleşmeyecek düşlerin peşinde parçalarken kendimi;
bugün yine bir düşün umuduna sarılıyorum sıkı sıkı.
Ölümün umuduna tutunuyorum bu sefer.
Bir parça huzuru bahşedecek bir avuç toprağın merhametine sığınan, küçük bir kız çocuğunun mahzun bakışlarıyla, kırgın bir damla gözyaşı dökülüveriyor sol gözümden usulca. Bu dünyada tutunacak bir dal bulamayıp ölümün dostluğuyla kendini avutacak kadar, çaresizliğin binbir tonunu hissedebilir mi insan?
“Asla… asla bulamayacağı şeyi kaybedenlere.” Diyerek sesleniyor şair. Kaybım neydi? Aradığım neydi? Arayış sürüyor, kayıp ise çok keskin bir şekilde tezahür ediyor yitik kalbimde. Peşinden koştuğum, köşe bucak aradığım; asla aynı notada buluşamayacağım aşkın sanrılı hatırası mıydı? Herkesin farklı pencerelerden baktığı aynı gökyüzüne, kederli gözlerimi uzatıp bir hayalin belirsiz girdabında mı bocaladım bunca zaman? Ve sonra bir şarkı gelip de fısıldadığında kulağıma, baş başa kaldığım geçmiş miydi beni bu kadar yoran?
Gökteki yıldız kadar farklı hikâye vardı bu dünyada. Binlerce öykünün, yorgun kahramanları vardı rastlaştığımız sokak aralarında. Hep mutlu olmak mı yazıldı kaderimize? Herkes mutluluk naraları mı atmalıydı bu belirsiz dünya düzeninde? Odamızda kitapların, eşyaların bile yerli yerinde durmadığı, bir kaosun esiri olduğu bu dünyada; dağınık zihinlerimizde hangi düzeni imgeleyebilirdik? İdealize edilen, kişisel gelişim kitaplarında bize anlatılan masallarla bezenmiş mutlu bir hayat formu ise bu yıldızların arasında, bu kadar insan neyin savaşını veriyordu bunca zaman?
Acının hiddetiyle yoğrulmuş hikâyelerin yitik kahramanları, düzene baş kaldırmış birer isyankâr sayılıyorsa şayet, ben en önden bayrak sallıyorum kendi payımdan kalanla.
Acıyı kabul edebilme ve bu acıyı son haddine kadar yaşayabilme cesareti bir devrim değil mi en temelde?
Zihnime üşüşen düşünceleri kovmaya çalıştım, yapamadım. İttim, ittim…ben kovmaya çalıştıkça daha büyük bir dirençle gösterdi varlığını. Daha da güçlendi. Koca bir duvar gibi dikildi karşıma. Ben de “aklımın ipini salıverdim”. Pencerenin önünde akşam üzeri serinliğinin verdiği hafif serinlemeyle, omzumdaki şalı biraz daha sardım zayıf ve bitkin bedenime. Titreyen ellerimle bir sigara daha yakıp pikaptaki müziğin sesini yükselttim usulca. Birsen Tezer’in sesi duyuldu akşamın gurubunda. Şöyle fısıldadı kulağıma:
“Gide gele yoruldum
Oraya, buraya
Hangisi değer bilmem
Şu telaşlı ruhuma”
Ne kadar kaldım orada, bilmiyorum. Ne kadar düşündüm onu, bilmiyorum. Tek bildiğim; yüreğimdeki bu özlemle, gözlerimi bir noktaya dikip saatlerce ona ağladığım.
Yitip giden hayallerime, başını okşamaya cesaret edemediğim çocukluğuma, babamdan miras kalan esrik kalp ağrıma, annemin emanet verdiği çaresizliğime… Ve yine en çok ona. Kollarımı dizlerime dolayıp da başımı gömdüğüm, göğsümde tek yara bildiğim sevdanın acısına gömüldüğüm bir savaşın mağlubiyeti. Ondan gelen yara bile güzel.
“Her şeyi yok edemiyorum anlamıyorsun,
Geçmiş silinmiyor, aşklar bitmiyor”
Öyleyse geçmişi silmek yerine, geleceği yazmak üzere, kalemi sayfalar üzerinde gezdirmek birbiri ardınca; kabulün, değişimin mihenk taşı galiba.
Düşünmek sancılıydı. Düşündükçe daha çok düşünce birbiri ardınca gelirdi ve yerleşirdi insanın içindeki boşluğa. Belleğimizde yer edinen her bir hatıraya sirayet ederdi sinsice. Güneşin tüm varlığını alabildiğine hissettirdiği bir yaz günü gibi. Ben de böyle kalıverirdim ihtişamlı sıcağın tam ortasında umarsızca.
Düşündüm, düşündüm… Ve bir ip yumağı gibi karıştı her şey birbirinin peşi sıra. Fazlaca düşünmenin, hatırlamanın, o “an”a geri dönmenin sancısı yankılandı ruhumun kıvrımlarında. Bir dağ gibi büyüdü içimde.
Kolay değildi silkelenip bir anda kendime gelmek. Kolay değildi bunca yaşananların üzerine yeni bir yaşam inşa etmek. Kolay da olmamalıydı zaten.
Harekete geçmeli, acının kısır döngüsünü bir yerden kırmalıydım. Bir anda olabilecek bir şey değildi. Sancılı bir arayıştan geçmeden, buhranlı bir savaşa gark olmadan nasıl kendini bulabilirdi insan? Ha deyince olmazdı ki; yoksa palyatif bir öz şefkatin silik izleri kalırdı geriye. Ama yine de bir yerden başlamalı. Peki neresi bu başlangıç noktası?
Eğildim baktım bulunduğum yere. Başladığım yerdeyim. Keskin, mağrur bir uçurumun dibine oturmuş ayaklarımı sallıyorum aşağı doğru. Kendi yolumu kaybetmek üzereyken hâlâ bir şeylerin değişmesini umut etme inancıyla düşünceler arasında dolanmak da bir yitime karşı durmak değil midir mesela? Tüm mesele de burada başlıyor. Yitip gitmeme meselesi. Kendimi bulma meselesi. Kendimi bulmaya karar verdiğim o anda kırılabilirdi döngü.
Aradığım buydu; aradığım bendim. Arayış tamamıyla bitmeyecekti belki ama en azından yolum belliydi. Artık uçurumdan uzaklaşma vakti geldi.
Acılarımdan güç devşirdiğim bir dönüşümün başlangıç noktasından gülümsüyorum kırık dökük hatıralarıma. Kendimi bulmaya karar verdiğim anda başladı evime doğru yolculuğum.
“Aydınlıkları öyle az ki!
içeriye sevinç, keder, hiçbir haber
sızdırmayan ev arıyoruz.
bulunmaz ki!”
derken haklıydı Behçet Necatigil.
Hangi insan acıyla yoğrulmadan pişebilirdi ki? Yolumuzun, ucundan kıyısından kesiştiği bir dehlize doğru savrulmadan nasıl tutunurduk güneşli günlerin umuduna? Gözlerimdeki yaşlar, yaşanması gereken bir kederi kucaklayan cesaretin emaresiydi. Göz kenarlarımda, pencere önü çiçeği gibi bekleyen kıvrımlar; yaşadığım mutlu anların şahitleriydi. Bir yolculuk bileti gibi aldım yanıma bunları, yeni bir yola koyuldum. Acıların da mutluluğun da durağanlığın da var olduğu, içerisinde tüm duyguların uzlaştığı; gerçek yaşam yeşerdi yüreğimde. Yeşerdi ve filizlendi günden güne. Ölümün değil, yaşamın umuduna tutundum bu sefer ben de.
Ve bu özsel dönüşümün ardından herkesin ortasında dökmekten sakındığım gözyaşlarım çıkıverdi gizlendiği her bir hatıradan usulca. Ağlayamadığım için duygusuz ilan edildiğim, gaddar insanlarla giriştiğim bu savaşın tam ortasında namağlup olup zaferime ağladım bu kez en çok.
Ağladıkça arındı ruhum kirli günahlardan. Ağladıkça anladım, ağlamanın aslında bir özgürlük olduğunu.
Haklı bir gülümsemeyle bakarken uzaktan uçuruma doğru hayata, dingin gözyaşlarıyla harmanlandı dudağımın kenarındaki çizgiler. Gamzelerimde gömülü hüznün izleriyle belirginleşen çizgiler, çizgiler…