Ablamı sonsuz yolculuğuna uğurladığımız o sabahtan tam otuz üç gün doğumu sonrası nihayet bana bıraktığı mektubu okuyacak gücü bulabilmiştim kendimde. Ritmini kaybetmişçesine atıyordu kalbim. Bu, nasıl desem, ayrılık acısının çok daha ötesinde bir şeydi. Yakın zamanda öleceğini hepimiz biliyorduk ve kendisi de bunu biliyordu. Bu nedenledir ki her birimize mektuplar yazmıştı sağlığı elverdiğince. Arkasında bıraktığı tarifsiz acıyla nasıl baş edeceğimizi bile söylüyordu bize. “Anılar” diyordu, bize kalan güzel anılarımız ve tabii ki hayatta olanlar…
Mektup elimde, bahçeye bakan küçük odamda, camın önünde oturuyordum. Önce kokladım zarfı ve göğsüme bastırdım. Ablama sarılıyor gibi… Onu her geçen gün daha çok özlüyordum. Yeri asla dolmuyordu ve dolmayacaktı da. Biliyordum…
Bir mektup açacağım yoktu. Mektuplaştığım birkaç arkadaşım vardı ama yılda hepi topu üç kez yazdığımdan hiç ihtiyaç duymamıştım bir açacağa. Zarfın yan kenarından makasla ince bir şerit kesiyordum, içindeki kâğıdı kesmemeye dikkat ederek. Şimdi burada, anılarım beni çepeçevre sarmışken, bir arkadaşımdan gelmiş gibi bu zarfı… açamıyordum hemen işte. Sanki içindekileri okuduğum anda acım beni terk edecekmiş gibi geliyordu. Sanki yıllarca açmamam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Belki de ablamla vedaya hazır değildim. Çünkü okuduklarım, onun bana söylediği son sözleri olacaktı. Hazır değildim. Peki ne zaman hazır olacaktım?
Keşke mektubun bir dili olsaydı diye düşündüm o an. Konuşsaydı ve bana onu ne zaman okumam gerektiğini söyleseydi. Belki akşam, belki uyumadan önce, belki de bir gün doğumunda… ya da hemen şu an, burada.
Bana bıraktığı, ona çok yakıştırdığım mor çiçekli beyaz gömlek ile turuncu bir ev terliğiydi. Bu ikisi dışında tüm kıyafetlerinin ihtiyacı olanlara verilmesini istemişti canım ablam. Gömleği ve terliği kullanmayıp saklayacaktım nasılsa ve bunu biliyordu. Peki ya, bıraktığı somut olmayan şeyler? Beklentisiz yaşamak, yaşama duyduğu saygı, herkesi olduğu gibi kabullenmek, küçük şeylerle mutlu olmak ve daha onlarcası…
Zarf gözyaşlarımla ıslanmadan önce yerimden hızla kalkıp çalışma masamdaki makasla kenarından kesmiştim. Kokulu kâğıda inci gibi yazdığı mektubu okumadan önce derin bir nefes alıp camın önündeki berjere yerleşmiştim.
Beni, bizi ne kadar sevdiğinden bahsediyordu, inci çiçeğim. Hastalığını öğrendiği andan itibaren elinden geleni yaptığından, ama elinden de bu kadarından daha fazlası gelmediğinden bahsediyordu.
Ve mektubunu şu sözlerle bitirip beni yine gözyaşlarına boğuyordu. Belki de bu son kez, bu kadar çok…
“Canım kardeşim, iki gözümün nuru, en yakın dostum, her şeyim; sana yazdıklarımı benim senden istediğim gibi ilk gün okumayıp beklettiğini biliyorum. Bu satırları; şu an odanda, pencere önünde okuduğunu da hissediyorum. Ağla, ağla ama bunun için asla utanma. Ve bu kadar son ağlayışın olsun. Sana, yaptığın ve bana yaşattığın her şey için sonsuz teşekkür ediyorum. Unutma, dünyayı terk etmiş olabilirim ama seni değil. Elini kalbine koy, ben hep orada olacağım…”