Ah o en güzel yıllar, en güzel zamanlar ve içinde akan çocukluğum… Melodisi kulaklarımda hâlâ o tatil sabahlarının. Kavurucu sıcaklar henüz kendini göstermemiş, yaz ha geldi ha geliyor diye heyecanla beklerken… Saçım başım dağılmış, kan ter içinde çıktım bir sabah yataktan. Dışarıda kuşlar cıvıldıyor, penceremden ılık bir rüzgâr giriyor ve ben gülümsüyorum. İçim kıpır kıpır, öyle bir heyecan ki bu tarifi mümkün değil. Okul dönemim bitmiş, üç koca aylık özgürlük beni bekliyor. Sahi neydi bu özgürlük beni çocuk hâlimle bu kadar neşeli kılan? Sabahtan akşama kadar sokaklarda oyun oynayabilecek olmam mı, annemin hazırladığı enfes kahvaltı sofraları mı, babamla izleyeceğimiz çizgi filmler miydi yoksa? Çalışan ebeveynlere sahip her çocuk bilir miydi o tatil günlerinde yapılan kahvaltı sofralarının değerini? Bolca gırgır ve sohbet eşliğinde, hiç acele etmeden, her bir anın tadını çıkararak…
Zil ne zaman çalacaktı artık? Kahvaltı biterken aklımdaki tek soru buydu o an. Bugün hangi oyunları oynayacaktık, ip de atlar mıydık, ya da belki arka bahçedeki en büyük ağacın dallarına çıkmayı dener miydik? Derken çok bekletmeden çaldı kapımız, koşarken ayağım takıldı, düşeyazdım. Arkamdan bizimkilerin isyan sesleri: ‘Yavrum, sakin ol.’ diye… Hiperaktiftim ben, sadece ailemin bundan haberi yoktu, hiç olmayacaktı.
Bir ara kendimi arka bahçedeki ağaçlardan birine tünemiş, gökyüzündeki bulutları izlerken buldum. Hayallere dalmış, bir şarkı mırıldanıyordum. Kendimi bir kitap karakteri ile eşleştirdiğim nice anlardan biriydi. Ağaçtan ineceğim sırada kedinin biriyle göz göze geldim, dikkatim dağılmış olacak ki ayağım kaydı, o son dala tutunamayıp toprağı öptüm. Ne ara akşam olmuş ve sokaklarda çınlayan ‘sobe’ sesleri kesilmişti, hatırlamıyorum. Dizlerimde sızlayan yaralara rağmen kocaman bir gülümseme kondurup yüzüme, epeyce yorgun tuttum evin yolunu.
Deniz tatilinde de nice maceralar yaşanmıştı, kızlarla kumsalda birbirimizin günlüklerini okuyup yaşça bizden büyük arkadaşlarımızı kıskanmış ve artık büyümek istediğimize, hayatın böyle çekilmediğine (!) karar vermiştik. Seneye yaza dair nice umut dolu planlar yapmış, ailelerimizden ve ödevlerimizden yakınıp durmuştuk.
Çok hızlı geçmişti o yaz, sonraki yazlar ve daha sonrakiler de öyle. Yıllar geçmişti işte hiç farkına varmadan. Şimdi zorlasam da kendimi, hatırlayabildiklerim üç beş güzel anıdan ibaret. İsterdim tüm çocukluğumu çekselerdi bir kameraya. Hele ki o yaz aylarını. Öylesine güzel, öylesine özeldi. Düşe kalka en yakın arkadaşım olmuştu toprak. Tırmandığım ağaçlar, hayal kurduğum gizli köşelerdi. Doğaya aşık bir çocuktum ben, bunu iliklerime kadar hissederdim; kuşlarla konuşur (bunu gerçekten yapıyordum), güneşi selamlardım. Saçlarımda kum taneleri, burnumda deniz kokusu ile geçerdi günler. Annemle resimler yapardık kocaman balkonumuzda, babamla her akşam atari oynardık uyumadan… Hep mutlu, heyecanlı, hayatı gerçekten kalpten hisseden bir çocuktum. Canım 90’lar… Konuşacak, birbirimize anlatacak öyle çok şeyimiz vardı ki… Teknolojiden yoksun, daha masum, daha canlı kanlı yaşandı her şey. Heveslerimiz, keyiflerimiz hep gerçekti. Aldığımız nefes bile farklıydı sanki, umutlu ve hayal doluydu. Tasoları biriktirir, cips kutularını saklar, taş koleksiyonu yapar, bahçedeki kedi yavrularını evlere getirip gizli saklı beslerdik. Platonik aşklarsa hep sahil kıyılarına vururdu, kış boyu anlatılmak üzere biriktirilen anıların üzerine…
Şimdi dönüp bakınca o yıllara… Ne büyük bir şansmış, ne büyük bir servetmiş bahşedilen, anlıyorum. Havalimanındaki yürüyen bantlara konan bir bavul gibi çocukluğum… Her geçen an uzaklara gidiyor; o giderken ben bakıyorum, gittikçe küçülüyor, bense kaybolmasından ölesiye korkuyorum. Canım çocukluğum, canım 90’lar, bildiğim en güzel zamanlardı.
Sayı: 61