Hayat ve ölüm arasındaki ince çizgideyim. Bir sınır, dip, yol sonu, girdap, bir uç ya da dehliz… Etrafımı saran öfkeli kalabalığın nidaları arşa yükselirken kalbime çarpıyor. Zemin, ayaklarımın arasından kayıp gidiyor sanki. Sanki, amansız bir fırtınadayım, sonsuza dek pervane gibi döneceğim, döneceğim, döneceğim…
Etrafımı saran onlarca göz var. Kızıl bir öfke yayılıyor her birinden. Anlayamıyorum, ne yapmış olabilirim onlara? Nasıl kurtulacağım buradan? Bir güç beni havaya kaldırsa ayaklarımdan tutup düşürecekler. Yok olmayı bekliyorum, toz olup ufalanmayı, buhar olup uçmayı…
Bir an, küçücük bir zaman… Bir kıvılcım bekliyor her biri. O kıvılcım önce beni tutuşturacak. Sonra da ömür boyu vicdanlarını.
“Neden geldin, defol git buradan!”
“Sen bittin, ölüsün artık!”
“Utanmadan bir de mahallemize gelmişsin!”
“Seni namussuz, ahlaksız, geber!”
“Öldürelim hadi, ne duruyoruz?”
“…!”
Biri susunca öteki başlıyor. Susmuyorlar, tonlarını her defasında yükselterek kusuyorlar öfkelerini. Peki ne olacak? En sonunda sesleri kısıldığında çekip gidecekler mi sanki? Son kez bakıyormuş gibi bakıyorum gökyüzüne. Bulut yok, göçmen kuşlar süzülüyor her şeyden habersiz. Duymuyorum hiçbir şeyi; gözlerimi kapatıp kendimi bırakmak istiyorum yemyeşil bir ovaya, kayalıklardan turkuaz bir okyanusa, uçsuz bucaksız bir çöle, balıklarla dolu zümrüt yeşili bir ırmağa ya da dinmeyen yağmur damlalarının doldurduğu bir göle…
Birden gri bulutlar yaklaşıyor ve bir yağmur başlıyor. Öyle bir yağmur ki yıkıyor her yeri. Öfkeli gözler ıslak, birbirine bakıyor. Sonra biri çıkıp diyor ki:
“Bırakalım gitsin, bakın bu yağmur bir işaret. Babasının yaptığını neden bu kıza ödetelim ki? Bize yakışır mı bu?”
Ve gerisin geri gidiyor hepsi. Bir ben kalıyorum bu yağmur altında, bir başıma. Göçmen kuşlar bu yağmurda nereye gitti ki?…
Sayı: 64