Benim en samimi kız arkadaşlarımın isimleri hep çift cinsli oldu. Hani şu “hem kız hem erkek ismi” olanlardan. Neşe hariç. Mahalle arkadaşımdı Neşe. Çocukluğumun neşesi. Evet, o hariç. O, bu hikâyenin konusu da değil zaten. İlkokulda hiç samimi arkadaşım olmadı benim; sınıfın kara kuzusuydum, hatırlıyorum, kimsenin -öğretmenim de dâhil olmak üzere- aldırış etmediği o sessiz kızdım ben. Neşe’yle aynı yaştaydık ama hem annesi hem de babası öğretmendi ve onu bir yıl erken başlatmışlardı okula. Zaten annesinin öğretmen olduğu okula gidiyordu ve o okul mahalleye uzaktı. Yani okul arkadaşı olamadık Neşe’yle. Yine de yaz tatillerinde, ara tatillerde, güzel havalarda hep Neşe vardı ve bu nedenle zaten pek de başka arkadaş aramıyordum. Gerçi Neşe bu hikâyenin konusu değil, demin demiştim, ama yine de bir şekilde hizmet ediyor hikâyeye.
Sonra ortaokulda çok samimi bir arkadaşım daha oldu: Olcay. Tanıdığım ilk Olcay oydu. Olcaylar erkek olur diye bilirdim ama benimki sarışın kıvırcık saçlı çok sevimli bir kızdı. Nasıl da çalışkan; öyle inek cinsinden değil akıllı çalışkanlardan. Üç yıl boyunca yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemişti ama sonra onlar gittiler- babasının İskenderun’a tayini çıkmıştı. Bu tayin işine öyle içerledim, öyle içerledim ki, üniversite dâhil tüm eğitim hayatımı içine doğduğum o sıkıcı taşra kentinde geçirirken, bana hep “ben de bir gün gideceğim buralardan” dedirten Olcay’ın o ani gidişi oldu. Hiç unutmam orta üçün son Türkçe kompozisyon sınavında, hoca serbest bir konuda kompozisyon yazmamızı istemişti. Olcayların gidişine sadece birkaç hafta kalmıştı, okullar kapanır kapanmaz şehirden ayrılacaklardı. Benim tek gündemim Olcay’la ayrılacak olmamızdı. Ne çocuktuk artık ne de genç kız sayılırdık. Arkadaşın anneden daha değerli olduğu o kırılgan yaşlardaydık yani. O kompozisyonu tamamen kafamda veda anımızı kurgulayarak yazmıştım. Hoca benim kompozisyonumu örnek olarak sınıfa okumuş, içerdiği duygunun ve tasvirlerimin onu çok şaşırttığını söylemişti. Hoca heyecanlanmakta haklıydı çünkü o kompozisyonu yazarken sınavda olduğumu unutmuş, Olcay’a veda edeceğim o tren istasyonunu, son sözlerimizi, treninin kalkış anını, benim istasyondaki kala kalışımı, düştüğüm boşluğu daha yaşamadan kâğıda dökerken yanımda oturan Olcay’a çaktırmadan ağlamıştım. Olcay benim üç yıl aynı sırayı paylaştığım arkadaşımdı; öyle ki gidişinin boşluğunu o yaz Neşe bile dolduramamıştı. Ve evet, bu hikayedeki diğer tüm detaylar onu arama serüvenime hizmet ediyorlar.
Lisede Derya. Az ama Derya diye erkek ismi de var. İleriki yaşlarımda tanıştım hatta bir erkek Deryayla, oradan biliyorum. Neyse, lisedeki üç yıl boyunca da Derya’yla çok samimi olduk. Onunla ortak ilgi alanlarımız süs-püs (o yıl salkım saçak iri küpeler moda olmuştu, Derya gözümün önüne hâlâ o küpelerle gelir), oğlanlar ve dersleri derste dinleyip akıllılık etmek, olmadı birlikte çalışarak yaz tatiline kırıksız girmekten ibaretti. Lise birin başında Olcay’ın ilk mektubu geldi İskenderun’dan. Daha lojmana taşınamamışlar, o yüzden adresini veremiyormuş ama İskenderun …… İşletmeleri, Mustafa E…. eliyle, Olcay E…. diye gönderirsen mektubun babama gelir ve o da bana getirir” diye yazmıştı. Böyle daha garantili olur diyordu. Sarı uzun lüle lüle saçlarını kestirmiş oraya gidince, ilk gün çok güzelmiş de sonra yıkayınca beğenmemiş. Henüz hiç arkadaş edinememiş. Bir de “heyecanla mektubunu bekliyorum” diye yazmıştı. Hemen uzun uzun cevap yazdım ona, Derya’dan bahsetmedim tabii üzülmesin diye. “Ben de kimseyle samimi değilim” diye yazmıştım. Daha başka bir sürü şey. Hepsini ezbere biliyorum çünkü mektubum “teslim edilemedi/adreste bulunamadı” damgasıyla bana geri geldi. Yıllarca içim içimi kemirdi, Olcay mektubumun bana geri geldiğini bilmiyor, ona cevap yazmaya bile tenezzül etmediğimi düşünecek ve gidince onu unuttum, hiç aramadım, umursamadım sanacak diye. Olcay’ın ve benim birbirimize yazdığımız ilk ve son mektupları bu yüzden sakladım kanıt diye. Olcay’ın hem varlığının hem de yokluğunun kanıtları. Her neyse, Derya üniversite sınavlarında Ankara’da bir üniversiteyi kazandı, ben kendi şehrimdeki üniversiteyi. Yollarımız ister istemez onunla da ayrıldı. Gerçi yaz tatillerinde falan ara sıra görüşüyorduk ama dünyalarımız ayrılmıştı bir kere. Ben taşra kentinde üniversite okuyandım, o başkentte. Gerçi Derya da bu hikâyenin konusu değil ya, işte yeri geliyor anlatıyorum.
Uzatmalarla altı yıl süren üniversite hayatımın en samimi arkadaşı ise Fikret oldu. Fikret: bir diğer “hem kız- hem erkek” ismi. Bunda kimseyi ikna edecek değilim. Düpedüz erkek ismi, genel kullanım sıklığı açısından yani. Daha derin, daha yetişkin işi ilk dostluğum Fikret’le olan dostluğumdu. Sadece dersleri, eğlenceleri değil, toplumsal olaylara tepkilerimizi, sıkıntıları, harçlıklarımızı, aşk acılarını, ailevi sorunlarımızı, kısacası hayata değin ne varsa paylaşıyorduk. Üniversite bitince bitmeyecek bir dostluktu bu. Zaten mezun olur olmaz kendimizi “interrail”le Avrupa’ya ve son durak olarak İngiltere’ye attık Fikret’le. Hiç ummadık yerden bir kazığını yiyene kadar, üç yıl da orada olmak üzere, tam dokuz yıl sürdü arkadaşlığımız. Sonra ne kadar uğraşsak da tamir edemediğimiz bu arkadaşlık da böylece bitti gitti. Yollarımız ayrılmıştı bir kez. Yollar hep ayrılır zaten, değil mi?
İngiltere’deki garsonluk, çocuk bakıcılığı, metro çıkışlarında gazete dağıtıcılığı vb. gibi işlerden sonra girdiğim en düzgün işte -bir seyahat acentesi- tanıştığım ve çok samimi olduğum arkadaşım, Dincel. Kıbrıslı Türk. Boylu poslu, Türk’ten çok Rumlara benzeyen kıpır kıpır Dincel. Adı mı? Elbette hem kız hem erkek ismi çağrışımlı. O acentedeki iki yıl boyunca can ciğer kuzu sarması ol, sonra Dincel evlensin ve gitsin “Kıprıs”a yerleşsin. O zaman teleks, faks en ileri teknoloji iletişim araçları. Teleks yazmayı bana Dincel öğretmişti, ah ne önemli şeydi! Ne diyordum, Dincel gitti ama bizim arkadaşlık kraliyet posta hizmetleri ve acentenin faksı üzerinden devam etti. Dincel, kendi adresi değişse bile değişmeyecek bir adres vermişti bana: babaannesinin adresi. “Sen buraya yaz, bana her zaman ulaşır” demişti. Öyle de oldu. Bu ikinci adres, arkadaşlığımızın sürmesinin, benim yıllar sonra gidip Kıbrıs’ta onu görebilmemin sigortası oldu. Hikâye onunla ilgiliymiş gibi biraz uzattım sanki; ama Dincel de bana garantili bir ikinci adres vererek bu hikâyedeki yerini layıkıyla buldu bence.
Gelelim Deniz’e… Dincel’den hemen sonra tanıdım Deniz’i. İsimler birer tesadüften mi ibarettir, bilemiyorum. Ama görmek isteyen için bir olay örgüsü vardır mutlaka. Biz bu hikâyede kahramanın yolculuğu da böyleymiş deyip devam edelim. Çok şey yaşadık, çok yol kat ettik Denizle. Birbirimize hiç kazık atmadık. Kızdık, küstük belki ama hep unuttuk gittik sonra. Ölene dek dost, sonrası için de ahretlik olduk. İlk o geldi Türkiye’ye, bir proje için. Uzun uzun kaldı; ben ise İngiltere’de kaldım, yüksek lisans yapıyordum. O teşvik etmişti. Kulağımın dibinde “büyü, büyü, büyü” diye fısıldayan bir peri gibiydi. Çalıştığım kıytırık acenteden çıkıp köklü bir İngiliz üniversitesinde işe girmemi de Deniz teşvik etmişti. O yıllarda iletişim hâlâ kraliyet posta servisi ve bazen de faksla “anında görüntü” haberleşmeleri. Sonra ben Türkiye’ye döndüm, ilk ciddi kariyer adımımı attım. Deniz İngiltere’de işine devam ediyordu. Bu arada iletişim teknolojileri de yerinde durmamış, epey ilerleme kaydetmişti. Artık teleks diye bir şey yoktu. Internet vardı. Faks kimin umurundaydı. Elektronik posta adreslerimiz oldu zamanla hepimizin. ICQ vardı, “çet”leşiyorduk. Deniz sık sık Türkiye’ye geliyor, bende kalıyordu; ben de hemen her yıllık izinde soluğu İngiltere’de onun yanında alıyordum. Yıllar geçti bizim arkadaşlığımız geçmedi. Facebook çılgınlığının başladığı zamanlardı; ilk ben Facebook hesabı açtım, Deniz bayıldı; hemen o da açtı bir hesap. Hayatlarımızı ve genişleyen sosyal çevrelerimizi sesli, görüntülü, haritalı, yazılı takip edebiliyorduk artık. Adreslerimiz yüz kere değişse de hâlâ arkadaşsak birbirimizi kaybetmemizin imkânsız olduğu zamanlardaydık. Evet, Deniz başlı başına bir hikâye, ama o hikâye, bu hikâye değil.
Facebook’la yıllar içinde kaybolmuş arkadaşlarımı aramaya başladım. İlk aradığım da Olcay oldu. Ama yoktu orada. Belki soyadı değişmiştir diye bir gün oturup Facebook’taki bütün Olcayları inceledim tek tek. Erkek ve kadın yüzlerce Olcay vardı ama hiçbirisi benim Olcay’ım değildi. Babasının adını hiç unutmuyordum, çünkü Olcay’ın bana adres diye yolladığı bilgi babasının ve çalıştığı kurumun adından ibaretti. Yıllar geçmesine rağmen unutmamamın nedeni odur. Elimdeki tek mektubunda yazılı bir kanıt gibi durur. Ayrıca, ablasının, erkek kardeşinin isimlerini de biliyordum. Hepsini aradım tek tek. Erişimi sınırlı bazı hesaplara mesaj attım. Derdimi anlattım. “Siz eğer Olcay’ın ablası iseniz…”, veya “siz eğer Olcay’ın kardeşi iseniz…” diyen ve eğer öyleyse bana cevap yazmalarını rica eden mesajlar. Sonra bir gün aklıma geldi, okul gruplarını taradım. Mersin Fen Lisesi’nde adını buldum. Grubu Facebook’ta kurmuş olan kişiye de bir mesaj attım. Olcay’la ilgili ilk cevap ondan geldi. “Olcay’la bir bağlantıları olmadığını, onu bulursam lütfen ona da bildirmemi” isteyen bir cevap yazdı bana. Büyük bir coşku ve aynı zamanda hayal kırıklığı yaşıyordum. Ama Olcay’ın varlığını kanıtlayan bir delil bulmuştum. Aradan geçen bunca yıldan sonra yerini bilmese de varlığına kanıt biri. Tabii Olcay’ı konuşabileceğim birini bulmuşken bırakır mıyım? Hemen bu adamla yazışmaya başladım. Tek ortak konumuz Olcay. Ondan Olcay’ın okulda çok başarılı olduğunu, iyi bir puanla mezun olduğunu, sonra babasının tayini çıktığını ve Mersin’den ayrıldıktan sonrasını onun da bilmediğini öğrendim. Artık yazışacak bir şey kalmamıştı. Öğrendiklerim, beni hem Olcay’a biraz yaklaştırmış hem de yine aramıza aşılmaz bir sınır çekmişti. Benim için artık Facebook düzenli aralıklarla Olcay’ı arama yerine dönüşmüştü. Bir ara Hürriyet’e ilan vermeyi düşündüm ama bana fazla dramatik bir adım gibi göründüğü için vazgeçtim. Sonra bir gün pat diye ablasının isim ve soy isminde yeni bir hesap buldum Facebook’ta. Ama fotoğraf falan göremiyordum, erişim sınırlıydı. Tabii hemen ona da yazdım derdimi. Olumlu cevap bu sefer çok bekletmeden düştü hesabıma. Evet, oydu. Olcay’ın ablasıydı ve eşinden ayrıldığı için babasının soy ismine yeni dönmüştü. “Profilimde soy isim değişikliğini bir gün önce yapmıştım ve tesadüf hemen beni buldunuz” yazıp bir gülücük kondurmuştu mesajına. Tesadüf olmadığını, yıllardır sık sık bildiğim tüm aile üyelerinin isimleriyle şansımı denediğimi yazmadım ona tabii. Bu kadar bilgiye gerek yoktu. Mesajı da fazla resmiydi sanki, “siz”li ifadesi ile biraz irkilmiştim. Ama bana Olcay’ın cep telefonunu da yazmıştı sonuçta. Ekrandaki o numaraya kaç dakika bakakaldım bilmiyorum. Ama donup kaldığımı, gözümün önünde gelişigüzel sıralanmış o on bir rakama hayatın sırrını bulmuşçasına baktığımı biliyorum. Bu kadar kolay mıydı yani Olcay’a ulaşmak. On bir tane sıradan rakamı peş peşe tuşlayınca “alo” diyen ses onun sesi mi olacaktı? Ben o sesi tanıyabilecek miydim? Ne diyecektim? Onu ne kadar aradığımı söyleyecek miydim? O beni niye aramamıştı bunun cevabını ben sormadan o verecek miydi? Neden mektubum adreste bulunamadı notuyla geri gelmişti. Acaba benim ona hiç yazmadığımı düşünmüş ve bana küsmüş müydü? Halâ sakladığım ilk ve tek mektubundaki heyecanlı ve özlem dolu sözlerine benden hiç cevap gitmediği için kırılmıştı da ondan mı tekrar yazmamıştı? Hep benden gelecek o ilk mektubu mu beklemişti? Lojmana taşınamadık henüz, geçici olarak bulunduğumuz adres yerine sana daha garantili diye babamın iş adresini veriyorum diye yazmıştı bana, peki o adresten mektubum niye bana geri dönmüştü, bunu şimdi cevaplayabilir miydi? Tüm bu detayları hatırlıyor muydu?
O gün onu arayamadım. Sonraki üç gün boyunca da arayamadım. Ona ulaşmış ve onunla doğrudan iletişim kurabileceğim bir telefon numarası bulmuş olmanın tadını mı çıkarıyordum, yoksa ne konuşacağımı bilememenin heyecan ve korkusunu mu taşıyordum, bilemiyorum. Belki her ikisini de. Üç gün böyle geçti. Sesini tanıyamamaktan ödüm kopuyordu. Onu bulamadığım yıllarda Olcay içimde sıcacık duruyorken, şimdi orada bir telefonun ucundayken sanki ona yabancılaşmıştım. Ama sonunda aradım. Telefonu açtığında ve benim kim olduğumu duyduğunda hiç şaşırmadı Olcay, ablası ona söylemiş, bekliyormuş zaten. Lise bitince Mersin’den de ayrılmışlar, üniversiteyi bitirince hemen evlenmiş, hiç çalışmamış. Boyunca iki kızı varmış. O kadar. Ben de onun anlattığı noktalardan anlattım hayatımı, fazlasını anlatmak uygun düşmez gibi geldi. Anlattığım şeyler de gazı kaçmış kola gibi tatsız ve ruhsuzdu. O anlamasa da ben biliyordum. Onu düşündüğüm yıllar boyunca biriken heyecanı, sesi bile yabancı bir Olcay’a nasıl aktarabilirdim ki?
Sayı: 61