Bir zamanlar çekilmez bir adam vardı. Sıkıcı mı sıkıcı. Her şey canına bir anda tak ederdi sanki. Hâlini tavrını görseniz, siniri hep bir, delirmeye ramak kalmış derdiniz. Tüm dünyanın onunla uğraştığını düşünür dururdu daima. Hani böyle, merkezde o, etrafı dikenli insanlarla çevrili. Tek akıllı, tek haklı, tek düşünür ve bu yüzden geri kalanlara tahammülsüz. Öyle bir adam. Her şey ‘eh işte’ idi ona göre. Güzel güzel değildi, çirkinse çirkin. Ne çok heyecanlanırdı, ne öylece sakin. Her şeyin grisini giyinmişti üstüne, her şey ona ‘idare eder’ idi. Görseniz, hayata dair hiç heyecanı kalmamış dersiniz. Ancak öyle güzel taşır ki üstünde o ‘eh işte’liği, bir süre sonra normal olduğuna inandırırdı sizi. Sağı solu yoktu hayatın onun için, orta yolu bulmak en güzeli. En sevdiği cümle idi, sık sık tekrar eder ‘her şeyin fazlası zarar.’ İnandırırdı da sizi öyle ki, aşkın bile abartılacak bir şey olmadığını düşünürdünüz onunla. Yanında kahkahalarla gülerseniz, aşırı hissederdiniz kendinizi. Utanırdınız, ne bu şimdi sorusu belirirdi kafanızda bir anda. Hıçkıra hıçkıra da ağlayamazdınız, olur mu hiç öyle her şeyi doya doya yaşamak, her duyguyu. İnsan ortalamaların varlığıdır, öyle ya. Öyle bir adam, öyle bir adam ki, çok güzel de çok çirkin de aynı şeydi onun toprağında.
Bir zamanlar çekilmez bir kadın vardı. Heyecanlı mı heyecanlı. Her şey canına bir anda tak ederdi sanki. Halini tavrını görseniz, siniri hep bir delirmeye ramak kalmış derdiniz. Tüm dünyanın onunla uğraştığını düşünür dururdu daima. Hani böyle, merkezde o, etrafı dikenli insanlarla çevrili. Tek akıllı, tek haklı, tek düşünür ve bu yüzden geri kalanlara tahammülsüz. Öyle bir kadın. Her şey ‘aşırı’ idi ona göre. Güzel aşırı güzel, çirkin aşırı çirkin olmalıydı. Gri diye bir şey yoktu renklerinde. Her şey ve herkes, hatta tüm duygular, ya siyah ya beyaz idi. Komik olana kahkahalarla gülmek, dramı hıçkıra hıçkıra ağlayarak yaşamadığınız sürece, yaşamış sayılmazdınız ona göre. Orta yolu bulmak korkakların işiydi onun için. Mantığına sığınmış, duygularına düşman sürüngenler. En sevdiği cümle idi, sık sık tekrar eder ‘Evrende gerçek yaşamın olduğu iki yer vardır; Bulutların üstü, cehennemin dibi’. Bir filme ağlamıyorsanız nefes almayı bırakın daha iyi. Aşkın da nefretin de sınırlarını zorlayanlardan idi. İnsan aşırılıkların toplamıdır, öyle ya. Öyle bir kadın, öyle bir kadın ki, çok güzelin de çok çirkinin de hakkı verilmeliydi onun toprağında.
Bu adamla kadın, tanıştı bir gün. Merhaba ben adam, merhaba ben de kadın. Çok memnun oldum dedi kadın. Erkek için memnun olma derecesi ‘eh işte’ idi. Daha fazla ne olabilirdi. Tanıştıklarında güzel bir fon müziği çalınıyordu kulaklarına. Chopin diye düşündü adam. Kadın bir kadeh şarap söylemişti. Rose. Bana da bir bira dedi adam. Dediği anda pişman olmuştu, Chopin ruhuna yakışmamıştı neticede. Ne önemi vardı diye rahatlattı kendini. Kadın güzeldi. Çok güzel ya da çirkin değildi. Ama güzeldi. Hatta belki ortalamalarımı zorlar diye düşündü adam.
Âşık oldular, sevdiler, kavga ettiler, bağırıp çağırdılar. Herkes gibi. Her kadın ve erkek gibi. Kadın daha çok bağırdı. Erkek bu denli çabaya ne gerek var diye düşünüyordu. Seviyordu sevmesine, ancak o bir Mecnun değil, kadın ise Leyla değildi. Ancak kadın Leyla olmak istiyordu. Hayatı boyunca Mecnun aramış, ancak hep ‘ortalama’ adamlara âşık olmuştu.
Adam bir oturuşta birkaç film izlerdi. Kadın sıkılıyordu. Aksiyon filmlerini seviyordu adam, belki biraz bilim kurgu. Kadın korkmak istiyordu, ya da bir dram filminde deli gibi ağlamak. Her ağladığında adam tuhaf tuhaf bakıyordu kadına. Kadın artık ağlayamaz oldu bu bakışların altında. O zaman ne önemi var dramların dedi. Neden yalnızca ben hissediyorum? Sorunu kendinde aramak için odasına gidiyordu. Her gece gitmeye başladı kadın. Aşırı mı yaşıyordu bu hayatı. Sahi, ne gerek vardı?
Kitaplara gömüldü kadın, adam sevmezdi okumayı. Okumadan ne çok şey biliyor diye düşünürdü kadın. Sanki bilgisi doğuştan yüklenmişti adama, birden çok ansiklopedi taşıyordu beyninde. Ben bunca okuduğum halde bu denli cahilken, okumadan nasıl öğreniliyordu onca şey. Hem korku hem hayranlık. Yine devamlı hissediyordu kadın. Tüm duyguları, her gün, birkaç saat içinde yaşıyordu. Yoruluyordu kadın, adam kuş gibi hafifti sanki. Yoruluyordu kadın, ancak yoruyordu adamı. Baş etmesi ne zor diye düşünüyordu adam, kadın her konuştuğunda. Bu denli anlam yüklemeye ne gerek vardı her şeye. Kadının yerinde olmak çok zor olmalı diye düşündü adam. Kadının yanında olmak da bir o kadar zordu.
Kadın sordu.
Beni seviyor musun?
Erkek, sevmesem seninle olur muydum, diye yanıtladı.
İşte, dedi kadın. Her şey mantıkla cevaplanabilecek kadar yalın onun için.
Oysa bu sorunun daha basit bir cevabı vardı. ‘Seviyorum’
Âşık oldular, sevdiler, kavga ettiler, bağırıp çağırdılar. Herkes gibi. Her kadın ve erkek gibi. Ve ayrıldılar. Kadın kendini ve adamı yordu. Adam sadece kadını. Kadın çok ağladı. Aşk kadar ayrılık da hakkıyla yaşanmalıydı. Erkek üzüldü elbet, ancak hayat devam ederdi. Etti. Kadına üç gün üç yıl gibiydi. Erkeğe üç gün ise, üç gün.
Bir gün karşılaştılar adam ve kadın. Kadın, güzel kahkahasıyla sokağı inletiyordu. Erkek duyar duymaz tanıdı o gülüşü. Bir an güneş açtı içinde. Hiç değişmemişsin dedi adam kadına. Kadın umarım değişmiştir diye geçirdi içinden. Bir süre sustular. Kadın nefret ederdi sessizlikten, adam biliyordu.
Adam sordu.
Beni seviyor muydun?
Kadın, yanıtlamadı. Yeni bir dünya verebilecek kadardı duyguları. Dünyalar kadardı. Yorgundu kadın.
İşte, dedi adam. Susarak dahi birçok şeyi anlatabilirdin kadın.
Canı acıdı adamın. Bir ağrı girdi göğsüne. Kafası karıştı. Oysa her şeye bir cevabı, her derdinin bir devası vardı.
Canı acıdı kadının. Kafası daima karışıktı. Hoşça kal dedi kadın.
Bir damla yaş süzüldü adamın gözünden. Kadın görmedi. Elinin tersiyle sildi gözünü. Düşündü adam.
Üç günlük dünya, bir kavgalık aşk. Bir kadın, bir adam.
Sahi, bunca tantanaya ‘ne gerek vardı’?