Soğuk bir kış gecesiydi… Çok kar yağıyordu… Saat gece on ikiydi. Kapı çaldı ve uyandım. Kapıyı açtığımda önümde siyah elbiseli güzel bir kadın durmuştu. O bana baktı, ben de ona. Sanki gözlerinde bir korku, içinde bir inilti vardı. Bu bakışlarla kendini bana hatırlatmaya çalışıyor, bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Onu içeri davet ettim. O koltuğa oturdu, bense sandalyeye. Yüreğindekiler gözyaşlarına dönüşerek yanaklarına süzüldü. Ve konuşmaya başladı: “Bir ırmağın dalları gibi ayrıldık. Aşkın rüzgârı üşüttü beni zamanla… Değişti hayatımın gidişatı…”
Bir anlık sessizlik oldu. Duraksadı, bir süre sessizce bekledi. O anda ben de onu hatırladım. Bu köye ilk geldiğimde “Okul nerede?” diye sorduğum kadındı.
Tekrar başladı konuşmaya: “Senin iyi bir insan olduğunu söylüyorlar. Çocukla çocuk, büyükle büyük olan biriymişsin. Ben bu köyden değilim, başka bir yerden geldim buraya. Bu köyde hiç kimsem yok. Seni gördüğümde, kendime o kadar yakın hissetim ki, sanki… Sanki kendi çocuğumla karşılaşmışım gibi…
Her şeyden önce, rahatsızlık verdiğim için özür dilerim. Işığı uzaktan gördüm, düşündüm ki, hâlâ uyanıksındır. Öğretmen, aynı zamanda da bir yazar olduğunu duydum. Geç vakitte gelmemin nedeni ise buraya geldiğimi hiç kimsenin görmemesini istememdi. Sana hikâyemi anlatmak istiyorum… “
“O zaman biraz bekle.” dedim ve mutfağa gittim. İkimize de çay yaptım ve odaya döndüm. “Sıcak çay, soğuk kış aylarının ilacıydı.” dedim. Gülümsedi. Heyecanını biraz azaltmak istedim. “Haydi, o zaman…” diyerek gülümsedim, “Seni dinliyorum.”
Sanki aniden gözleri parladı ve yüzüne bir tebessüm yayıldı. Gelip yanına oturdum. Gözleri uzaklara dalmıştı. Sanki uzaktan bir şey görmüş de ona bakıyor ama aynı zamanda da benimle konuşuyormuş gibiydi. Sakin bir şekilde konuşmaya başladı.
“Köyde doğdum, kızım. Sessiz, dürüst, çalışkan bir ailenin son çocuğuydum. Herkes gibi liseye gittim. Üniversite içinse ne hevesim ne de zamanım vardı. 18 yaşında evlendim.
“Komşumuz yaşlı bir kadındı. Oğlu ve gelini bir kazada ölmüştü. Onlardan hatıra kalan tek torununu gözbebeği gibi koruyordu. Tek evladının hatırası olan çocuk, büyüyüp asker gitmişti. Askerden dönmeden kısa bir süre önce büyükannesi ağır bir hastalığa yakalandı. Babamlar onu hastaneye götürdü. Doktorlar, yaşlı kadının kanser olduğunu söylemişlerdi. Kısacası, bir veya iki aylık bir ömrü kalmıştı. Kadının her çağrısına koştum, yemeğini pişirdim, kıyafetlerini yıkadım…
“Torununun askerlikten dönmesine iki ay kalmıştı. Kadın, annemleri yanına çağırdı: `Biz iyi komşu olduk.` dedi.
“Beni torununa istedi. Babam ve annem, hasta olduğu için kadının kalbini kırmadılar. `Çocuklar kabul ederse biz de razıyız.` demişlerdi.
“Torunuma mektup yolladım, senin kızından başka bir kıza ihtiyacım olmadığını söyledim. ‘Sen nasıl istersen, öyle olsun babaanne.’ diye cevap verdi.
“Aslına bakarsan ben de çocuktan hoşlanıyordum. Yakışıklı, uzun boylu, terbiyeli bir çocuktu. Üniversitede okumuştu. Yani aynı zamanda da eğitimli biriydi. Ama dürüst olmak gerekirse, onun bana aşk gözüyle baktığını hiç görmedim. Ama yine de ondan hoşlandım.
“Böylece birbirimizden habersiz nişanlandık. Çocuk askerden döndüğünde büyükannesinin durumu kötüleşti. Son dileği düğünümüzü görmekti.
“Bir hafta içinde sade bir düğün yaptılar. Oğlanın askerden dönmesi ile benim onlara gelin gitmem birkaç günün içinde oluvermişti. Evliliğimizin 10. gününde eşimin babaannesi vefat etti. Ancak son sözü ‘Sizin düğününüzü gördüm ya, artık mutlu ve gözüm arkada kalmadan ölebilirim.’ olmuştu.
“Eşim bana asla kaba davranmadı ama her zaman çok düşünceliydi. Kara bir bulut gibi hareket ediyordu. İlk zamanlar bunu, büyükannesinin ölümüyle ilişkilendirdim. Ancak büyükannesinin ölümünün üzerinden altı ay geçmesine rağmen hiçbir şey değişmemişti.
“Bir gün komşu köyde yaşayan ablam bizi evine davet etti. Eşim `Sen git.` dedi, `Ben Bakü’ye gideceğim, iş bulursam gelip seni de alırım.`
“Ben ablamlara misafirliğe gittim, o ise iş aramak için Bakü’ye. Ablamın güzel bir kızı vardı. Ben orada olduğumda, onu istemeye gelmişlerdi. Ama kız gözyaşları dökerek evlenmek istemediğini söyledi. Ablama daha fazla zorlamamasını söyledim. Birkaç gün onlarda kaldım, daha sonra ise evimize döndüm. Kocam da Bakü’den döndüğünü, bir iş bulduğunu ve bir ev kiraladığını söyledi.
“Ailemle vedalaşıp Bakü’ye taşındık. Kocama, ablamın kızına görücü geldiğini, ama onun istemediğini, ağlayarak neredeyse kendini öldüreceğini söyledim. Hiçbir şey söylemedi, sadece yere baktı.
“Geldiğimizden bu yana iki aydan fazla zaman geçmişti. Bir öğleden sonra kapımız çalındı. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım. Ablam ve yeğenim… Bizi ziyarete gelmişlerdi. Onlara sıkıca sarıldım. Ama ikisi de sessiz görünüyordu. Biraz oturduktan sonra mutfağa gidip çay almak istedim. Ablam oturmamı söyledi, `Çaya ihtiyacım yok. Sana söylemem gereken önemli bir şey var.` dedi.
“Oturup heyecanla yüzlerine baktım. Kız kardeşim ağlayarak bana her şeyi en başından anlattı. Duyduklarıma inanamamıştım, şok olmuştum. Olduğum yerde öylece kaldım. Bu bir rüya mıydı yoksa gerçek miydi, anlayamıyordum.
“Az sonra kocam işten dönmüştü. Onları görünce çok şaşırdı. Sonra diğer odaya geçti. Bir kutu mektubu getirdi ve önüme koydu. Önce yeğenimin ona yazdığı aşk mektuplarını okudum. Sonraysa büyükannesinin mektuplarını… `Sana hakkımı helal etmem. O kızdan başka kimseyi gelin olarak görmek istemiyorum.`
“En kötüsü de, kızım, ne biliyor musun? Eşim ve yeğenim, o askere gitmeden önce birlikte olmuş ve birbirileriyle evleneceklerine dair söz vermişlerdi…
“Kocamı seviyordum ama sevilmiyordum. Ertesi gün ablamı köye yolladım. Yeğenim ise bizde kaldı. O gece onları bu evde evlendirecektim. Gittim, bir takım elbise ve kına aldım. Kızı giydirdim, ellerine kına sürdüm ve kocamın eve dönmesini bekledim.
“Ayrılacaktım… Onların arasından çekilmek zorundaydım. Köyümüze değil, kimsenin beni bulamayacağı, kimsenin beni tanımadığı bir yere gitmeye niyetliydim.
“Neredeyse akşam olmuştu ve üçümüz hayal kırıklığı içinde birbirimize bakıyorduk. Zaten ayrılmaya hazırlanıyordum.
“Birden kapımız çalındı. Kapıyı eşim açtı. Gelen adamla sokağa çıktı. Aniden bir tüfek sesi duydum. Koşarak dışarı çıktık… Ablamın kocasının elinde bir tüfek vardı. Kocamsa kanlar içinde yerde yatıyordu. Ölmüştü…
“Aylar geçti… Sanki her şey benim suçummuş gibi yeğenimi korudum, köye gitmesine bile izin vermedim. Onu okuttum. O evlendi… Bense kimseye güvenmeden hayatıma devam ettim.
“Ve şimdi herkese sadece bir tavsiyede bulunuyorum, ne olursa olsun asla zorla evlenmeyin… Gerçeği saklamayın ve hayatınızı kimseye feda etmeyin… Eşim gibi…”
Sessizdi. Sanki rahatlamış gibiydi. Yüzünde garip bir ifade, gözlerinde hüzün vardı. Ayağa kalktı, gitmeye hazırlandı ve beni rahatsız ettiği için defalarca özür diledi. Sessizce kalkıp vedalaştım. Sonra kapıyı kapatıp koltuğa oturdum.
Uykum kaçmıştı. Yüz yüze geldiğimizde hepimizin birbirimize sıradan insanlar gibi baktığımızı düşündüm. Ama aslında, ne garip bir kader. Herkesin kendi kaderi vardır… Bu kadının hayatı gerçekten bir hikâyeydi. Ders alınması gereken bir hikâye…
Nedense bilmiyorum ama onu tekrar görmek istedim… Birkaç gün geçti. O kadını sordum, görmek istedim. Bulamadım, gitmişti…
Yazan: Südabe Ahmedli
Sayı: 53