Cam cepheli iş merkezinin önüne ‘olay yeri girilmez’ şeridi çekilmişti. İki genç polis meraklıları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Pek de başarılı oldukları söylenemezdi. Çiseleyen yağmura rağmen bekleşenler dağılmamıştı. İş merkezinde çalışanlar içeri girmek için dil döküyorlardı. Boşuna çabaladıklarını anlamamakta ısrarcıydılar. Yağmurun şiddetlenmesiyle sağa sola dağıldılar. Yağmur uzun sürmemişti. Güneş yüzünü gösterirken az önce kaçışanlar tekrar toplandılar.
Şişli meydanında trafik ışıklarının birkaç metre gerisinde kaldırıma yaklaşıp duran otomobili kimse fark etmedi. Yakında ellisine girecek şakakları kırlaşmaya başlamış adam ön sağ kapıdan indi. Ütüsüz siyah ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı. Tek dal sigara aldı dudakların arasına sıkıştırdı, paketi iç cebine koydu. Direksiyondan kalkıp sol kapıdan inen uzun boylu, zayıf, kot pantolon giymiş lacivert keten ceketli genç adam, Komiser Yardımcısı Tuncay, çakmağı uzattı: “Yakayım mı İbrahim Başkomiserim?” Cam cepheli binadan gözlerini ayırmadan “Çakmağı koy cebine,” dedi Başkomiser. İki hafta önce sigarayı bırakmaya karar vermiş ve o günden sonra tek dal dahi sigara içmemişti. Her yıl birkaç kez sigaraya veda kararı alır ama her seferinde de ilk sigarayı yakmak için sayısız bahane bulurdu. Yanıyormuş gibi sigaradan derin bir nefes çekti. Yağmurun bıraktığı su birikintilerine aldırmadan yürüdü, Komiser Yardımcısı Tuncay da.
Başkomiser İbrahim huysuz biriydi. Fakat neredeyse bir yıldır emrinde çalışan bu genci seviyordu. ‘Evlat’ diye seslenmesi boşuna değildi. İş merkezinin girişini gören kırtasiyenin önünde durdu. Cam cephede koşturan beyaz bulutları izledi. Yanmayan sigaradan derin bir nefes daha çekti. “Ulan bir ırza geçme vakası daha,” dedi kafasını kaşırken. “Cinayetten önce tecavüz mü etmişler?” diye atıldı Tuncay.
“Senin de aklın nerede anlamıyorum!”
“Irzına geçmişler dediniz ya…”
“Daha öğreneceğin çok şey var. Görmüyor musun şu binayı?”
“Çok güzel görünüyor. Camlar da muhteşem. Sevdiğim mavi.”
Başkomiser gülümseyerek döndü: “Evlat! Şunu hiç aklından çıkarma. Mesleğinde başarılı olmak istiyorsan önce yaşadığın şehri tanıyacaksın. Bu da yetmez, seveceksin.”
“Anlamadım efendim!”
Kızmadan devam etti Başkomiser: “Şu binanın cephesine baksana. Balkon gibi çıkartılmış, yetmiyormuş gibi camla kaplanmış bölümü görünce ne denir başka! Anlaşılan yıkılan cumbalı binanın yerine yapılmış. Düşünmemişler yakışır mı diye. Binanın yarısına gelince sanki sıkılıp da işi yarım bırakmışlar. Cumba özentisinin başına şapka gibi kondurmuşlar balkonu. Hanın diğer caddeye bakan cephesi de mutlaka bu ucubenin ikizidir.”
Yakmadığı sigarayı ceketin dış cebine koydu, “Hadi biz işimize bakalım,” dedi. Tuncay arkada yolun karşısına geçtiler. Şeridin öte tarafındaki polislere kimlik gösterip iş merkezine girdiler. Giriş katta bekleyen asansöre bindiler. Yardımcısına fırsat vermeden en üst katın butonuna bastı Başkomiser.
Asansör kapısı açıldığında bir komiser karşıladı gelenleri. Şirketin logosunun ve unvanının bulunduğu kapıdan girerken, “Kapıda zorlama var mı? Maktul kim?” diye sordu İbrahim Başkomiser.
“Ne iş merkezinin giriş kapısında ne de kat kapısında zorlama izi var Başkomiserim. Söylendiğine göre maktul içerden biri,” dedi komiser.
“Şirketle ilişkisi?..”
“Şirket personeli değil, iş merkezinin bekçisi. Adı Dursun.”
“Demek adı Dursun. Peki şirket anahtarının han bekçisinde ne işi varmış?”
“Kimsesiz biriymiş. Ev tutmak yerine bodrum katta kalıyormuş. Akşamları da isteyen katların temizliğini yapıyormuş.”
“Anlaşıldı. İşi ucuza getiriyorlarmış.”
Karşıdaki sekreter bankosuna göz atan Tuncay yere düşen kalemliği, etrafa saçılan rengârenk kalemleri işaret etti amirine. Maktulle saldırgan ya da saldırganlar arasında boğuşma yaşandığını düşünüyordu. Fakat masanın etrafında ne bir kan izi ne de başkaca boğuşma emaresi vardı. İbrahim Başkomiser kalemlerle pek ilgilenmedi. “Sekreterin işidir,” diye mırıldandı. Hafta sonu tatiline çıkmanın telaşıyla kalemliği kaldırmadığını düşünüyordu.
Tuncay, bir bildiği vardır diye amirinin ilgisizliğini sorgulamadı.
Başkomiser cebine attığı sigarayı aldı, dudaklarının arasına sıkıştırdı. Tuncay tam müdahale ediyordu ki, “Tamam anladım! Merak etme yakmayacağım” dedi, sigaradan derin bir nefes çekti. Ağzının içinde dolaşmaktan başı dönen dumanı ciğerlerine yollamıştı sanki.
Sigara dudağında karşısındaki Genel Müdür odasına girdi, ardından Tuncay. Birkaç adım ötedeki polis hemen toparlandı. Zavallı bekçi makam masasının tam karşısında, yüzüstü yatıyordu. Başından sızan kan bej halının üstüne işlenmiş kızıl motif gibiydi. Sanki sol eli, ardına kadar açık kapıyı işaret ediyordu. İçeri girdiler. Çeşit çeşit takım elbiselere, gömleklere, ayakkabılara bakılırsa giysi odası olarak kullanılıyordu. Başkomiser askıdaki siyah ceketlerden birine baktı. Soluna döndü. Duvardaki boy aynasında kendini seyretti. Üzerindeki en son ne zaman ütü gördüğünü hatırlayamadığı siyah cekete baktı. Gözleri yaşardı. Yaşların dökülmesine izin vermedi. Tam on bir yıl üç aydır giydikleri ya ütüsüzdü ya da keşke hiç ütülenmesiydi dedirtecek kadar kötü ütülenmişti. Oysa bir zamanlar giyim kuşamıyla herkese parmak ısırtırdı. Lanet hastalığın alıp götürdüğü eşi ütüsüz giysilerle dolaşmasına asla izin vermezdi. O günden sonra ne zaman aynaya baksa sanki eşi karşında kaşlarını çatarak, bu ne hâl, diye soruyordu. Arkadan gelen ses eşinin hayalini elinden aldı.
“Başkomiserim şunu görmek ister misiniz?”
Tuncay sağ eliyle gizli bölmeye yerleştirilmiş adam boyundaki kasayı gösteriyordu. Kasa kapalıydı. Anlaşılan, bu işe soyunan kişi ya da kişiler boylarından büyük işe kalkışmışlardı. Ne Başkomiser ne de Tuncay hırsızlık dışındaki ihtimalleri dikkate değer buluyordu.
Katta titiz çalışma sürerken Başkomiser İbrahim sürgülü kapıyı açtı, beton yığınları arasına sıkışmış vaha hissi uyandıran terasa çıktı. İçerideki vahşeti görmeseydi, sayısız irili ufaklı saksılardaki ağaçlar, çiçekler arasında huzurlu saatler geçirebilirdi. Tahmin ettiği gibi bu taraftaki caddeye bakan cephe ucubenin ikiziydi. Uzaklara dikti gözlerini. Dibine kadar yaklaşan yardımcısı, “Dalıp gitmişsiniz amirim” dediğinde irkildi.
“Gel de öfkelenme. Bu şehrin ırzına geçildi dediğimde kızıyorlar. Az bile söylüyorum.”
Başkomiser İbrahim dört bir tarafta yükselen betonların etrafını ahtapot gibi sarmış kule vinçleri sağ eliyle gösterdi. Döndü, caddenin karşısındaki inşaata tepeden bakan kule vinci başıyla işaret etti. “Bak evlat! Şu demir ahtapotlar var ya… gençlere diri diri gömülecekleri beton mezarlar inşa ediyorlar. Bizden geçti. Sizler için üzülüyorum,” dedi. Dili aklından geçenleri orta yere döküvermişti.
Ne diyeceğini bilemeyen Tuncay, amirine kendisini can kulağıyla dinlediğini göstermek için aklına gelen ilk şeyi söyleyiverdi: “Elden ne gelir amirim!”
Başkomiser susmak bilmeyen kendi değilmiş gibi, “Gevezeliği bırak. Biraz da işimize bakalım,” dedi. Onun ani değişimlerine alışmış Tuncay gülümsedi: “Emirlerinizi bekliyorum.”
Başkomiser yakmadığı sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdı, derin bir nefes çekti. Terasın kenarına yaklaştı. Korkuluğa dayandı. Sevecen gözlerle baktı yardımcısına.
“Hanın güvenlik kameralarının kayıtları neredeymiş hele bi öğren bakalım.”
“Emredersiniz amirim. (…) Kızmazsanız bir şey söyleyebilir miyim?”
“Hadi söyle de derdin neymiş anlayalım.”
“İş hanı demeseniz…”
“Nedenmiş?..”
“Buralarda çalışanlar han yerine iş merkezi demeyi tercih ediyorlar.”
“Ben dertlerini anladım. İş merkezi demek daha fiyakalı geliyor anlaşılan. Haftada bilmem kaç saatlerini kaç paraya sattıklarını, bu gösterişli binalarda hayatlarından neleri feda ettiklerini dert etmek yerine dillerini makyajlamak daha kolay geliyor.”
“Amirim neler söylüyorsunuz!..”
“Tamam ben susuyorum. Sen de işinin başına…”
Tuncay sürgülü kapıdan içeri adımını atmıştı ki arkasından kendisini yakalamak istercesine koşturan sesle çakıldı kaldı.
“Evlaaat!”
Tuncay heyecanla döndü. Amiri korkuluktan yarı beline kadar uzanmış aşağıya bakıyordu. Telaşla koştu. Gözlerine inanamadı. Cumba özentisinin üzerine yapılmış balkonda bir adam hareketsiz yatıyordu. Seramik kızıla boyanmıştı.
İbrahim Başkomiser koşarak içeri girdi, arkasından yardımcısı. Han bekçisinin cansız bedeninin başında bekleyen polisin şaşkın bakışları arasında ofisten çıktılar. Asansörün gelmesini beklemeden iki kat aşağıya indiler. Kapı duvardı. Sırayla kapıyı zorladılar. Açılacak gibi değildi. Aldığı emirle fırlayan Tuncay çok geçmeden yanında biriyle döndü. Kısa boylu, esmer genç merdivenlerin temizliği ve getir götür işleriyle görevliydi. Adı Faruk. Yukarıda cansız yatan bekçi müsait olmadığında boş katları gelen kiracı adaylarına göstermek de işleri arasındaydı. Neredeyse iki aydır kimsenin girmediği katı neden açtırdıklarına anlam veremiyordu, sormaya da cesareti yoktu. Biriken tozların üzerine üç çift ayakkabı izi bırakarak yürüdüler. Balkon kapısı açıldığında gördükleri karşısında görevlinin ağzından çıkan küfür yarım kaldı.
Başkomiser İbrahim kanlar içinde yatan gencin balkona çakıldığında hayatını kaybettiğini düşünüyordu. Ateşli silahla ya da kesici aletle öldürülmediği ortadaydı. Başının arkasındaki yaraya bakılırsa arkadan darbe almıştı. Düşerken kafasını bir yerlere vurmuş olma ihtimalini göz ardı etmiyordu. Belki de…
Yağan yağmur kanı balkonun her tarafına bulaştırmıştı. Elini cebine sokmuş uzaktan bakan görevli ayaküstü sayısız senaryo yazmıştı. Başkomiserin gürleyen sesiyle irkildi: “Evlat! Şu herifi at dışarı.”
Korkudan gıkını çıkaramayan Faruk’un uzaklaşıp gitmesi için dik dik bakışlar yetmişti. Tuncay, çömelmiş cesedin ellerini inceleyen amirinin neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. İbrahim Başkomiser ayağa kalktı. Sesi çıkmıyordu, dalıp gitmişti. Onun bu hâllerine alışık Tuncay, amirinin bir ipucu yakaladığını düşünüyordu.
“Amirim ne düşünüyorsunuz?”
Sessizlik uzun sürmedi: “Evlat! Bu adamın iki avucu da kanlı.”
“Kafasından sızan kan bulaşmıştır.”
“Kesinlikle değil. Üstelik eldivenler de parçalanmış. Sanki avuçlarının arasından kayan şeyler eldiveni parçalayıp deriyi yüzmüş. Çocukluğumda halat çekme oyunu oynardık. Bir keresinde ellerim bu hâle gelmişti. (Başını sağa sola salladı.) Üstelik sağ avucundaki şu derin yaraya baksana. Sanki kalın bir demir parçalamış gibi. Garip… Çok garip!”
Başkomiser İbrahim sayısız ceset görmüştü şimdiye kadar. Fakat hâlâ ceset torbasına alışamamıştı. Hele fermuarın çekilme ânı yok mu… Kat kalabalıklaşırken yerde yatan cansız bedene son kez baktı, “Hadi düş peşime, şu kamera kayıtlarını inceleyelim,” dedi Tuncay’a.
Cuma sabahından başlayıp son üç günün ve pazartesi sabahının kayıtlarını incelemeye başladılar. Ertesi gün öğleden sonra işlerini bitirdiklerinde ikisinin de gözü kan çanağına dönmüştü. Görevli Faruk’u da yanlarından ayırmamışlardı. Hana girenlerin adlarını görevli söyledi, Tuncay kaydetti. Adını hatırlayamadıklarını da çalıştıkları kata ve belirgin özelliklerine göre işlediler. Ziyaretçiler için ayrı kayıt tuttular. Liste hayli uzundu. Dışarı çıkanları tek tek işaretlediler. Listeye bakılırsa hafta sonu Dursun içeride yalnızdı. İşin garibi balkonda cansız bedenini buldukları gencin içeri girdiğine dair en küçük ize dahi rastlamamışlardı. Tek yol kalıyordu; feci sonu yaşayan genç, yan binadan girmiş olmalıydı. Birlikte teras katına çıktılar.
Başkomiser İbrahim ve yardımcısı çok geçmeden terastaydılar. Etrafı kolaçan ettiler. Hanın iki tarafından geçen ana caddeler öyle genişti ki birinin karşı binalardan buraya ulaşması olanaksızdı. Güney cephesindeki bina üç katlıydı. Merdivenle terasa çıkılamayacağı ortadaydı. Üstelik hanın bu tarafında pencere de yoktu. Kuzey tarafına baktıklarında hemen bitişikteki yeni kazılmış temeli gördüler. Etrafı metal panellerle kapatılmıştı. Sonunda bir ipucu yakalamanın heyecanıyla İbrahim Başkomiser ok gibi fırladı. Tuncay neden koştuğunu sorgulamadan amirinin peşine takıldı, Faruk da. Soluk soluğa asansörün gelmesini beklediler. Bindikleri asansör salına salına inerken kat başına bir küfür işitiliyordu. Tuncay bıyık altından gülüyordu, amirinin bu hâline alışıktı. Faruk korkudan köşeye sinmişti. Asansördeki dijital panelde sıfırı gördükleri andan itibaren kalpleri heyecanla çarpıyordu. Asansörden indiler. Faruk iki kat aşağıya yürüyerek inmeleri gerektiğini söyledi. “Ulan bu nasıl sıfır” diye bağıran Başkomiser merdivenlere yöneldiğinde bir küfür daha savurdu. Arkasından gelen Tuncay’ın gülümsemesi amirinin attığı fırçayla yüzünde donup kaldı: “Gülmeyi kes!” ‘Bu adamın arkasında gözü var galiba’ diye aklından geçen Faruk korkudan ne yapacağını bilemiyordu.
Her katta hareketi algılayan aydınlatma sistemi biri geldiğinde devreye girerken bodrum katın merdiveni zifiri karanlıktı. Başkomiserin tepkisinden korkan Faruk panodaki düğmelere ardı ardına bastı. Ortalık aydınlandığında üç çift ayak sesi merdiven boşluğunda yankılandı.
Her adımda küf kokusu artıyordu. Bodruma ulaştıklarında nefes almak güçleşmişti. Yükselen küfrün ardından Başkomiser aklından geçenleri uluorta söyledi: “Ulan be! Şu binalar için milyonlar harcıyorlar, ama iş gözlerden ırak yerlere geldiğinde hepsi cimri kesiliyor. Nasıl olsa garibanlardan başkası bu kata inmiyor. Yazık değil mi şu gencecik adama!” Faruk işittikleriyle korkuyu unuttu, Başkomisere sevgi dolu gözlerle baktı. İçerisi yeterince aydınlık değildi.
Başkomiser İbrahim sol taraftaki kapıyı fark ettiğinde sordu: “Bu kapı nereye açılıyor?”
“Rahmetli Dursun’un evi. Burada yatıp kalkıyordu.”
Başkomiser sesini çıkarmadan gitti, kapının kolunu indirirken Faruk koştu. Karanlık odada eliyle koymuş gibi bulduğu elektrik anahtarına dokundu, içerisi aydınlandı. Karanlığı yaran ışık gözlerini kamaştırırken küf kokusu ağır bir saldırıya geçmişti. Dursun’un cansız bedeni gözünün önünden gitmeyen İbrahim Başkomiser bu kez dilinin ucuna gelenleri yuttu, küfretmedi. Hangi söz yukarıdakilerle aşağıdakilerin çelişkisini anlatabilirdi ki! Edeceği küfürle kendini rahatlatmak, gerçeklerden kaçmanın sahte avuntusunu yaşamak içinden gelmedi. Işığı söndürdü, sanki Dursun gelecekmiş gibi kapıyı sıkı sıkıya kapadı.
Yandaki inşaattan açılan deliği bulmak için etrafa göz attılar. Duvarlar sapasağlam yerinde duruyordu. Deliğin kapatılmış olabileceği şüphesiyle cep telefonlarına sarıldılar. El fenerini açtılar. Duvarda en küçük delinme izine rastlayamadılar. İbrahim Başkomiser elle duvarı yoklarken Faruk “Perde betonu delmek kolay değil,” dediğinde dilinin ucuna gelen küfrü yuttu.
Umutla koşarak indikleri bodrum katından hayal kırıklığıyla ayrıldılar. Cinayetin işlendiği kata çıktılar. Önemli bir iş yaptığını düşünen Faruk da peşlerinden ayrılmıyordu. Cinayete kurban giden Dursun’un cansız bedenin morga götürülmesinin üstünden koca bir gün geçmişti. Ama yine de içeride ölümün kokusu kol geziyordu. Aslında, meslekte geçen onca yıla rağmen ölümlere alışamamanın rahatsızlığıydı İbrahim Başkomiserinki. Elini terasa doğru uzattı, “Evladım şu kapıyı aç,” dedi. Faruk koştu, sürgülü kapıyı sola doğru çekti. Ani bir hareketle döndü, Tuncay’dan işittiği şekilde hitap etti: “Amirim terasa buyurun. Gölge de düşmüş. Siz soluklanırken güzel bir çay demlerim. (Duraksadı.) İsterseniz kahve yapayım.”
İbrahim Başkomiser içmese de bir türlü yanından ayıramadığı sigarayı çıkardı, kokladı. “Kahve yaparsan dayanamayıp bu mereti içerim. En iyisi sen çay demle,” dedi. Kendisinin önemsendiğini düşünmenin verdiği coşkuyla uzaklaşan Faruk’un peşinden baktı, gülümsedi.
Terasta bambu koltuklara gömülmüş Başkomiser ve yardımcısı dalıp gitmişlerdi. Yoğun günün ardından rehavet çökmüştü. Sessizlikleri içlerinin geçmesinden değildi. Kafalarının içinde cinayete dair sayısız senaryo yazdılar. Ama hiçbirini beğenmediler.
“Amirim çayınızı kaç şekerli içersiniz?” dediğinde Faruk’un geldiğini fark ettiler. “Evlat çaylara şeker atma,” dedi Başkomiser. Bardağı aldı, ışığa tuttu: “Eline sağlık evladım. Çok güzel görünüyor.”
İşittiği övgü dolu sözlerle gururu okşanan görevli çayları bittiğinde seslenmelerini söyledi, içeri geçti.
Yoluna devam eden güneş gölgeleri uzatıyordu. Çok geçmeden sessizliği bozan karşıdaki inşaata ulaştı oturdukları binanın gölgesi. Sürekli çalışan, sağa sola dönen vinç uzayan gölgelere tepeden bakıyordu. Vinç operatörünün tahtının bulunduğu kabinin camlarından yansıyan güneş terası tararken Başkomiserin üstüne düşüp uzaklaşıyordu. Dikkati dağıtan ışık oyunu Başkomiserin düşünmesine izin vermiyordu. Yerinden kalktı, korkuluklara yürüdü. Cesedi gördüğü balkona baktı. Camlarda cinayetin izleri var mı diye korkuluklara tutunup beline kadar dışarı uzandı. Yerini değiştirdi, korkuluk avuçlarının arasında kayarken bir gariplik olduğunu fark etti. Sol elinin altındaki derin aşınmayı fark etmemek olanaksızdı. Eğildi korkuluğa alttan baktı. Neredeyse yarım metre arayla iki iz vardı. Sanki izler metal sürtünmesinin eseriydi.
Başkomiser yerinden fırladı, koşarak terası terk ederken “Düş peşime!” diye haykırdı. Tuncay nereye gittiklerini sormadan amirinin peşine takıldı.
Asansör giriş kata vardığında asansörü bekleyenlerin şaşkın bakışları arasında koşarak dışarı çıktılar. Binanın arkasına dolaştılar. Ana caddeye ulaştıklarında yeşil ışığın yandığını gören araçlar adeta yerlerinden fırlamışlardı. Başkomiserin acelesi vardı. Yayalara yeşil ışığın yanmasını beklemeden kendini araçların arasına attı. Yükselen korna seslerine aldırmadan Tuncay amirini takip etti. Birkaç sürücünün hakaretlerini duymazdan geldiler, soluğu karşı kaldırımda aldılar.
Sac panellerle çevrilmiş inşaatın giriş kapısına vardıklarında ortalarda kimse yoktu. Kapıyı zorladılar, açılmadı. İçeriden kilitlenmişti. Kapıyı yumruklamaya başladılar. Çok geçmeden başında baret bir görevli kapıyı açtı. Başkomiser kimliğini gösterdi, karşısındaki adamın konuşmasına fırsat vermeden içeri daldı. İnşaatın sorumlusunu çağırmasını söylediğinde görevli emir almış gibi uzaklaştı.
Beş dakikaya kalmadan baretli görevli sorumluyla birlikte döndü. İbrahim Başkomiser kamera kayıtlarını görmek istediğini söyledi. Şantiye şefi itiraz ettiğinde koluna girdi, uzak köşeye götürdü. Amirinin sorunu birkaç dakikaya kalmadan kendi yöntemleriyle çözeceğini düşünen Tuncay gülümsüyordu. Yanılmamıştı. Uzaktan, “Tuncay buraya gel!” diye sesleniyordu Başkomiser. Sonuca beklediğinden de çabuk ulaşılmıştı. Koştu. İçindeki coşkuyu paylaşmak için aklına gelen ilk şeyi söyledi.
“Amirim bunu neden daha önce düşünemedik? Güvenlik kameralarından ana caddeye bakanlar iş merkezini görüyor.”
İbrahim Başkomiser yardımcısının yüzüne öyle bir baktı ki Tuncay yaptığı hatayı hemen anladı.
“Evladım hanın giriş kapısı diğer caddeye bakmıyor mu? Hanın kamera kayıtlarını izlemedik mi?”
“Haklısınız amirim. Sesimi çıkarmadan emirlerinizi bekliyorum.”
Şantiye şefine kayıtları açtıran Başkomiser ona dışarıda beklemesini söyledi.
Çok geçmeden her şey açığa çıkacaktı. Başkomiser cep telefonuyla konuştu. Yarım saat içinde şantiyenin etrafı polis araçlarıyla doldu. Ekipler gelene kadar İbrahim Başkomiser boş durmadı. Tuncay’a şantiye şefini içeri almasını söyledi.
İçeri giren adamın gözlerindeki korkuyu gören İbrahim Başkomiser, “Şef bey! Yanıma sandalye çek ve otur,” dedi. Adam sandalyeyi aldı, ‘Şef bey derken benimle dalga mı geçiyordu,’ sorusunun yanıtını bulamadan ekranın karşısına oturdu.
Donmuş görüntünün kenarında yazan tarih pazar gününe aitti; saat gece vaktini gösteriyordu. Şantiye şefi şaşkınlığını gizleyemiyordu. Kayıt saatine bakılırsa paydosun üzerinden neredeyse dört saat geçmişti. Gece bekçisi dışındaki iki çalışanın o görüntüde ne aradığına anlam verememişti. İşittiği sesle irkildi. “Şu iki adam şantiyede mi?” diye sorarken parmağını ekranın üstüne koydu. Üç kişiden hangilerini sorduğunu gösterdi.
“Biri hariç görevlerinin başındalar. Uzun boylusu kule vincin operatörü Yılmaz. İşinde uzmandır. Yıllardır bu şirkette çalışıyor. Ortadaki zayıf olan, ustabaşı Cemal. Sol baştaki Hakkı. Neredeyse bir yıl önce işe başladı. Şu anda şantiyede değil.”
“Biliyorum.”
“Gece bekçisi. Pazartesi izin günüydü, bu akşam gelir.”
“Sen öyle zannet.”
Şantiye şefi Başkomiserin ne demek istediğini anlayamadı. Soran gözlerle bakıyordu.
“Şef bey! Daha çok işimiz var. Şu ikisi hemen buraya gelsin.”
Emreden ses tonu karşısında telaşlanan şantiye şefi hemen telsize sarıldı. Sesi parazite rağmen anlaşılan adama hemen iki çalışanı, Yılmaz ve Cemal’i şantiye binasına getirmesini söyledi.
Çok geçmeden kapı açıldı. İri yarı sakallı adam içeri giriyordu ki Başkomiser “Seninle işim yok. İşinin başına dönebilirsin. Diğerleri girsin,” dedi. Ne yapacağını bilemeyen adam şantiye şefine baktı. Başıyla gitmesini işaret ediyordu. Hemen orayı terk etti. Kapının önündeki adamlar saklayamadıkları gözlerindeki korkuyla içeri girdiler, baretlerini çıkarıp kollarının altına sıkıştırdılar. Düşünmeden hazır ol vaziyetinde bekliyorlardı.
Başkomiser İbrahim oturduğu yerden söze girdi. Önce kendini tanıttı. Sesindeki dinginlik adamları rahatlatmak yerine daha da germişti.
“Beyler başınız sağ olsun” dedi, şantiye şefine döndü: “Sizin de şef bey!”
Karşısındaki adamın ne demek istediğini anlayamayan adam gözlerinde telaşla “Kim vefat etti?” diye sorarken sesi titriyordu. Babasını tanımayan işçilere neden baş sağlığı dilediğini düşünmeden sözcükler ağzından çıktı: “Yoksa babam mı?…”
Şantiye şefinin acınacak hâlini gören İbrahim Başkomiser istemeden kötü sonuçlara yol açmanın telaşıyla hatasını düzeltmeye çalıştı.
“Merak etmeyin babanızın bir şeyi yok. Kendisine uzun ömür dilerim.”
Şantiye şefinin rahatladığını gördüğünde kaldığı yerden devam etti.
“Gece bekçiniz Hakkı var ya! … sizlere ömür.”
Ayaktaki işçiler kıpırdamadan duruyordu. Şantiye şefinin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Neredeyse sandalyeden düşecekti: “Benim niye haberim yok!”
İbrahim Başkomiser hazır olda bekleyen adamlara döndü: “Vinç operatörü sen söylemek ister misin?” Duraksadı, sesi çıkmayan adamın yanındaki Cemal’in kaçacak yer arayan gözlerine baktı, “Vazgeçtim! Sen söyle” dedi.
Ustabaşının ağzından sözcükler kekeleyerek çıktı: “Ben nerden bilebilirim?”
“Böyle bir şantiyede herkesi ustabaşı diye çalıştırmazlar. Uyanık biri olmalısın. Kulağın deliktir.”
“Yemin ederim ki benim haberim yok.”
Başkomiser sağında oturan adama döndü: “Şef bey! Boş konteyneriniz var mı?”
Şantiye şefi soruyla karşılık verdi: “Ne yapacaksınız?”
“Müsaade edersen kiralayıp kendime çalışma ofisi açacağım. Lafı uzatma da söyle.”
Şimdiye kadar sakin sakin konuşan adamın sesinin yükseldiğini gören şantiye şefi telaşlandı: “Var efendim.”
İbrahim Başkomiser solunda ayakta duran Tuncay’a döndü, “Evlat al şu adamı konteynere götür. Ev sahibi sayılırsın. Misafirine iyi davran.”
Mesajı alan Tuncay adama doğru hareketlenirken adeta kükredi: “Emredersiniz Başkomiserim!” Samimi bir arkadaş gibi ustabaşının koluna girdi. Beklediği gibi adam titremekten yürümekte zorlanıyordu. Tam kapıdan çıkıyorlardı ki işittikleri sesle durdular.
“Evlat ben vazgeçtim. Ne seni ne de arkadaşı yoralım. Gelin hep birlikte güzel bir film izleyelim. Kıymetimi bilin, daha vizyona girmedi. İlk izleme şerefi size ait olacak.”
Bilgisayarın ekranını çeviren Başkomiser koltuğunu çekti, diğerlerine arkasına geçmelerini söyledi. Tuşa dokunduğunda pazar gecesine ait görüntü belirdi. Üç adam yan yana duruyordu; Yılmaz, Cemal ve Hakkı.
“Aaaa! Şunlar siz değil misiniz? Şimdi size kırıldım çocuklar. Demek film çekiyorsunuz ve bana haber vermiyorsunuz. Üstelik başrollerdesiniz.”
Başkomiserin devam tuşuna basmasına gerek kalmadan vinç operatörü Yılmaz çözüldü.
“Tamam! Her şeyi anlatacağım.”
“Hadi evladım seni dinliyorum.”
O gece yaşananları ayrıntılarıyla anlatırken vinç operatörü Yılmaz’ın sesi titriyordu.
“Pazar gecesi harekete geçtik.”
“Demek para için zavallı Dursun’u öldürmeyi bile göze almıştınız,” dedi Tuncay.
“Hayır onu öldürmek gibi bir niyetimiz yoktu.”
Başkomiser: “Sakın bu işte bizim parmağımız yok demeye kalkma! Üstelik ortada iki ceset var.”
Şantiye şefi dehşet içinde dinliyordu.
Tuncay, amirinin gözlerine baktı, aldığı izinle sordu: “Ne işiniz vardı o çatı katında?”
“Han bekçisinin kurbanı olduk,” dedi Yılmaz.
“Hem adamı katlediyorsunuz hem de kendinizi kurban görüyorsun. Dalga mı geçiyorsun!”
“Hayır efendim ne haddime. Tamam, her şeyi anlatacağım. (Derin derin nefes aldı.) Bir akşam mesaiye kalmıştım. Hakkı çay demlemiş. Beni de çağırdı. Baktım içeride tanımadığım biri. Tanıştık. Karşıdaki handa bekçi olduğunu söyledi. Adı Dursun. Sık sık bizim Hakkı’yı ziyarete geliyormuş. İyi birine benziyordu. Sadece biraz çenesi düşüktü. Boşboğazdı. Binanın en üst katındaki şirkete sık sık çanta dolusu para geldiğini ve kasada saklandığını söyledi. Sonrası belli… şeytana uyduk.”
Şantiye şefi kendisinden habersiz neler yaşandığını öğrendikçe otoritesinin zayıfladığını hissediyordu.
Vinç operatörü o gece yaşananları anlatmaya devam etti. Kule vince çıkıp hazırlıkların nasıl yapıldığını anlatırken bir yandan da gözlerini ayakkabısının ucuna kilitlemiş ustabaşına bakmaya çalışıyordu. Kendisinin ardından ustabaşı Cemal’in, ardından da gece bekçisi Hakkı’nın yukarı çıktığını söyledi. “Cemal bomun üzerinde dikkatli adımlarla yürürken…” demişti ki, Başkomiser “Bom nedir önce onu söyle bakalım” dedi. Çok kısa bir karşılık verdi:
“Kule vincin yükleri taşıyan yatay merdiven gibi uzun bölümü var ya, işte bom vincin o kısmı.”
“Tamam anladım. Sen devam et. Aman gereksiz ayrıntılara gireyim deme.”
Vinç operatörü biraz rahatlamış gibiydi. Sanki yaşadıklarını değil de gördüğü bir filmi anlatıyordu: “Cemal bomun ucuna korku dolu adımlarla gitti. İşi bitirmek için kullanacakları malzeme çantası belindeydi. İp merdiveni bağladı. Sağlam mı diye merdiveni çekiştirdi. Güvenli olduğuna karar verdiğinde işareti gönderdi. Sıra Hakkı’daydı. Korkuyordu. Yine de vazgeçmedi. Sanki yürüyen koca bir adam değil de yeni adım atmaya başlayan bebekti. Cemal’in yanına ulaşması uzadıkça yüreğimin çarpıntısı artıyordu. Arkadaşının yanına vardığında rahatladım. İkisi de oturmuştu. Cemal hazırız işaretini verdiğinde bomu yavaş yavaş hedefe doğru çevirmeye başladım. Çok geçmeden hedef ulaşmışlardı. Merdiveni sarkıttılar. Önce Cemal terasa indi. Sallanan merdivene rağmen zorlanmamıştı. Çengelleri korkuluklara taktı. Artık merdiven daha az sallanıyordu. Hakkı’nın terasa inmesi uzun sürdü. Cemal yardım etmese belki de başaramayacaktı. Karanlıkta kayboldular. Vincin tüm ışıklarını söndürdüm. Karşıdaki hanın cephe aydınlatmasının izin verdiği kadar bomun ucunu görebiliyordum. Artık el feneriyle verilecek işareti bekliyordum.”
Tuncay devam etmesine izin vermedi: “Amirim olup biteni hızla anlatmanı söylemişti. Fazla uzatmadan bekleme kısmını geçelim.”
Yılmaz sustu. Başını çevirmeden Cemal’i görmeye çalışıyordu. Şantiye şefinin yüzünde korku ve şaşkınlık kol geziyordu.
Başkomiser kalktı, bardağa su doldurdu, ustabaşına doğru yürüdü. Cemal başına ne geleceğini bilememenin korkusuyla donup kalmıştı. Kendisine uzatılan bardağı almaya eli gitmiyordu. Başkomiser İbrahim, “Hadi iç şunu. Sonra da hikayenin devamını sen anlat,” dedi.
Cemal bir dikişte bardağın dibini bulmuştu. Kuruyan boğazına su iyi geldi. Sonunda kelimeler ağzından dökülmeye başladı.
“Odanın ışığı yanıyordu. Temizliği yapan Dursun’un kapatmayı unuttuğunu düşündük. Eldivenlerimizi giydik Kilidi açıp içeri girdiğimizde sürpriz bizi bekliyordu. Televizyon açıktı, sesi kapatılmıştı. Etrafa bakındık, kimse yoktu. O gece oynanacak maçı hesaba katmamıştık.”
“Şirketin patronu ya da müdürlerden biri mi gelmiş?” diye sordu Tuncay.
“Hayır. Mesai sonrası akşamları katı temizleyen Dursun kendini patrona sevdirmiş. Günün birinde şifreli kanallardan yayınlanan maçları izlemek için izin istediğinde izni koparmış.”
“Nerden biliyorsun?”
Cemal suskundu. Köşede sessizce duran Yılmaz atıldı.
“Bizim rahmetli Hakkı ile zamanla arkadaş olmuşlar demiştim… Hakkı’nın yanına geldiği günlerin birinde maç izlemek için erken kalktığında söylemiş. Günün birinde Hakkı önemli bir maç için Cemal’e ve bana birlikte Dursun’un yanına gitmeyi önermiş ama biz kabul etmemiştik.”
Şantiye şefinin yüzü kıpkırmızıydı. Hakkı’nın sorumsuzluğunu affedemiyordu. Öte yandan, şantiyede olup bitenleri göremediğinden kendine kızıyordu.
Başkomiserin işaretiyle Cemal kaldığı yerden devam etti.
“Baktık maçın başlamasına neredeyse yarım saat var. Katın kapısını kontrol ettik, kilitliydi. Dursun alt katlardan birini temizliyor olmalıydı. Yarım saat işimizi bitirmeye yeter diye düşündük. Tam kasanın bulunduğu odanın kapısını açmıştı ki uzaktan bir ses geldi. Açılan tuvaletin kapısıydı. Dursun’un tuvalette olabileceğini düşünmemiştik. Telaşlandık. Islık çalarak odaya gelen Dursun bizi karşısında gördüğünde korktu. Kendini hemen toparlayıp bize orada ne aradığımızı sordu. Karşılık verememiştik. Kasanın bulunduğu yere açılan kapıya doğru koşmaya başladı. Telaşlandık. Hemen atıldım, Dursun’u kollarından yakalayıp sakinleştirmeye çalıştım. Kasadaki paranın dörtte birini önerdiğimde sakinleşti. Teklifi kabul ettiğini düşündüm. Kollarını bıraktığımda çıldırmış gibi yerinden fırladı. Ne olduysa ondan sonra oldu.”
Cemal’in dudakları titriyor, göz pınarları artık söz dinlemiyordu. Çok geçmeden gözyaşı dudaklarının kenarından süzülüp çenesine ulaşmış, damlalar yere düşmeye başlamıştı. Suskundu, konuşamıyordu.
Şantiye şefinin yüzünü teslim alan karmaşayı görmeye kimsenin hâli yoktu.
İçerideki sesliğin davam etmesine Başkomiser izin vermedi. “Tamam her şey anlaşıldı. Cemal efendi demek iki kişinin katilisin. Artık cezanı çekersin.”
Cemal telaşa kapıldı, kekeleyerek derdini anlatmaya çalıştı.
“Ben katil değilim. Kimseyi öldürmedim.”
“En azından birinin katili sensin. Hadi zavallı Dursun’u öldüren Hakkı diyelim. Peki Hakkı’nın katili kim?”
“Yeminle söylüyorum ben kimseyi öldürmedim. Nasıl olduysa Dursun’u odaya ulaşamadan yakalamış sıkı sıkıya kollarımın arasında tutmuş sakinleştirmeye çalışıyordum. Neden yaptı bilmiyorum, Hakkı kaşla göz arasında çantamdan kaptığı çekiçle zavallı Dursun’un başına vurdu. Kan halıyı kızıla boyarken paniğe kapıldım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kanlar içinde yerde yatan Dursun’un başında donup kalmış Hakkı’nın elindeki çekici kaptım. Öylesine korkmuştum ki hemen terasa fırladım. El feneriyle Yılmaz’a işaret verirken merdivenin çengellerini korkuluktan ayırdım. Sürekli hareket eden merdivene tırmanmak hiç de kolay değildi. O sırada Hakkı küfürler savurarak terasa fırlamıştı. Vinç hareketlenmişti ki, yetişti. Merdivenin bitimindeki iplerden birine yapıştı. Fakat kendini yukarı çekemedi. İp ellerinin arasından kayıyordu. Yükselen çığlığı aşağıdan gelen araç gürültüsüne karıştı. Sonu gelmeyecek zannettim yolculuk sonunda bitmiş vincin dönüşü durmuştu. Telaşla merdiveni topladım. Vinçten aşağıya indik. Yılmaz ‘sakin ol’ diyordu sürekli. Sakinleştiğimde kararlaştırdık, o talihsiz olaydan haberimiz yokmuş gibi davranacaktık. Her şey sizin gelmenizle bitti.”
Tuncay hemen atıldı, “Demek ilk cinayeti Hakkı’ya yıkıyorsun. Onun ölümüne de kaza diyorsun,” dedi.
Başkomiserin çağrısıyla harekete geçen ekiptekiler gelip şantiyedekilerin şaşkın bakışları arasında Yılmaz ve Cemal’i götürdüler.
Sadece Dursun’un değil Hakkı’nın ölümünü de cinayet olarak gördüğünü söylüyordu Tuncay.
“Evlat bu kadar çabuk karar verme. Belki de gerçek anlattığı gibidir. Evet suçlular. Ama suçluya da adaletle yaklaşmalıyız,” dedi Başkomiser. Hâlâ kendine gelemeyen şantiye şefine döndü: “Şef bey! Hemen elamanlarını görevlendir. Şantiyeyi köşe bucak arasınlar. Bakalım ip merdiveni bulabilecekler mi? Bulan kesinlikle ona dokunmasın, hemen bize bilgi versin.”
Yarım saate kalmadan ip merdiven bulunmuştu. Tüm çabalarına rağmen kurtulmaya çalıştıkları kan iki adamın peşini bırakmıyordu. Merdivenin bitimindeki ipin ucuna bağlanan çengellerin birindeki kurumuş kan kalıntıları hemen dikkat çekiyordu. Balkonda cansız yatan adamın elindeki eldiveni parçalayan sürtünmenin ve avucundaki o derin yaranın nedenini bulan İbrahim Başkomiser o gece Cemal’in belindeki çantadan çıkan çekiçte de kan izine rastlandığını öğrendiğinde tüm taşlar yerine oturmuştu.
İbrahim Başkomiser Tuncay’a, “Evlat! Ustabaşı doğruyu söylüyor. Ama biz yine de laboratuar sonuçları çıkana kadar ihtiyatlı davranalım.”
Çıkacak laboratuar sonuçları da ustabaşını doğrulayacaktı. Çekiçteki kan Dursun’a, çengeldeki ise Hakkı’ya aitti.
Başkomiser İbrahim yanında yardımcısı şantiyeden çıktı. Kule vinci görebilecekleri kadar uzaklaştıklarında durdu. Geriye döndü. Başını kaldırdı. “Bak evlat! Şu demir ahtapotlar sadece beton mezarlar inşa etmiyorlar. Biri şimdiden cinayete bile karıştı.”
Tuncay’ın bir şey demesine izin vermeden döndü, yola devam etti. Ceketinin iç cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdı. Yakmadı. Derin bir nefes çekti.
Kaleminize sağlık, çok akıcıydı. Başarılarınızın devamını dilerim.
SERDAR, KALEMİNE SAĞLIK OKURKEN SIKILMADIM, AKICI YAZI DİLİN SAYESİNDE… ARTIK ÖYKÜ HİKAYE DEĞİL DE ROMAN YAZMANI BEKLİYORUZ… TEBRİKLER, BAŞARILARININ DEVAMINI DİLERİM, SEVGİ VE SAYGILARIMLA…