Ona bakınca kendi tohumumu görüyorum. İnsanın neyden var olduğunu seyretmesi gibi bir şey bu. Alnındaki uzun çizgiler, boynundan aşağıya, ensesine doğru çatallaşan derisi ve en çok, güldüğü anlarda belli olan dökük dişleri. Her şeye rağmen mutlu, evet. İlginçtir, bazen benim sahip olamadığım umuda onun sahip olduğunu düşündüğüm bile oluyor. Dalıp gidiyorum, oturma odasının tam merkezindeki koltuğa gömülü duran ihtiyarlamış bedenini seyredince. “Oğlum, kanalı değiştirsene.” diyene kadar göz göze gelmiyoruz onunla. “Neresini açayım baba?” diye sormam onu telaşlandırır, sormuyorum o yüzden. Teker teker kanalları gezmem, o “Dur! Burası kalsın.” dediği zaman durmam lazım, biliyorum. Öyle oldu. Sonuçta hem çabuk ikna olan birisi hem de zevk yelpazesi hayli geniş. Ekranda komik bir şeyler görmesi yeterli. Duruyoruz bir komedi filminde. İyice keyifleniyor şimdi. Kumandayı bırakan ellerimse nereye konacağı konusunda tedirgin. Sanki “En son nerede kalmıştık?” diye bana soruyorlar. Bardak, kalem, kitap, yastık… Hangisine uzanmalı ellerim?
Yarım bıraktığım işlerden birisi geliyor aklıma. İşim gereği acımasızca bağırıyorum hata yapan bir çalışana. Adam ezilip büzülüyor, sesini çıkartamıyor tabi. Özür dileyecek oluyor, lafı ağzına tıkıyorum. Çünkü onun özrüne değil, işini doğru yapmasına ihtiyacım var. Gerisi zaman kaybı gibi geliyor. Dersini aldığına inanmamı sağlayan yüz ifadesi, onu odadan kovmamam için en büyük yardımcım. Bazen gitmelerini bile söylememe gerek kalmıyor. Bir anda toz olduklarını fark ediyorum. Bu, işimi iyi yaptığıma dair beni en çok pohpohlayan his. Başarılı bir yönetici gibi gözükmek için evvela insanlar sizden korkmalı, çekinmeli. Sonra havuç-sopa politikasını doğru yerde uygulamalısınız. İşte ben bu ikisi için onca sene okul okudum, iş tecrübesi edindim. Ve şu an binanın en üst katında, yayla gibi bir odada, bir başıma kahvemi yudumluyorum. Tüm bunlar iyi hissettiriyor ama aklıma takılan soru şu: “O nasıl birisiydi benim yaşımdayken?”
Onu anlarsam, benim de nasıl bir tohum olacağımı anlayacağımı hayal ediyorum. Günlerdir düşündüğüm şey bu. Baba olmanın tedirginliği ile dokundum karıma, bilmem kaç defa. Anlamadı tabii. Sonra bir gece uyku tutmadı. Ve iyi birisi olmadığımı çünkü hiç iyilik yapmadığımı düşündüm. Dayanamadım, karıma söyledim bunu. Lafı, “Benden baba olmaz”a getirdim. Gülümsedi, makas aldı yanaklarımdan. Çözmüş annemin ritüelini, akıllı kadındır sevgilim. “Saçmalama. Senin kocaman bir kalbin var.” dedi. Küçüldüm, küçücük oldum o dakika. Boynumu büküp, “Ama hiç benzemiyorum babama!” dedim kadere isyan eder gibi. Hâlâ çocuk olduğumu ispatlamıştım karımın avuçlarında. “Yanılıyorsun hayatım. O kadar çok benziyorsun ki ona… Sadece benzememeye çalışıyorsun. Hepsi bu…” dedi.
Onda gördüğüm eksik ve hasarlı parçaları tamamlayıp, kendimce onarmaya çalıştığımı o gün fark ettim işte. O aşırı derecede sakin biriydi, ben heyecanlıydım. Hırsları alınmıştı sanki. Kolay kolay mücadele etmez, akışına bırakırdı her şeyi. Ben bütün çevreme meydan okudum. Birisini sevdi mi direk söylerdi. Hem de gözlerinin içerisine baka baka. Ben korkar, bir kâğıda yazar, mektup yollardım. O kızdığı zaman bağırmaz, küserdi. Bense bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur olmayı tercih ettim. O hiç değişmedi, öldüğü güne kadar ailesine hep sahip çıktı. Ben, onun öldüğü gün değişmeyi bıraktım. Bir ailem vardı. Onsuz da değerli ve bana ihtiyaç duyan bir ailem vardı hem de. Sevginin de bir miras olduğu gerçeği zamanla oturuyordu yerine. Bunu fark ettiğim gün baba olmuştum ben.
Ellerim, uzanacakları yeri kendi gayretleriyle bulmuştu. Her şeyi bir kenara bıraktım. Tüm düşünceleri, yorgunlukları, pes edişleri… Henüz sağken ve televizyondaki komedi filmine bakıp gevrek gevrek gülerken gidip ona sarıldım. Neden diye sormadı. Çünkü babaydı o. “Kanalı değiştirmemi ister misin baba?” Gözlerini ekrandan ayırmadan cevapladı: “Yok oğlum, kalsın. Burası güzel.”
Yazan: Umut Kaygısız