Birden her şeyin boşa gittiğini düşündü. Senelerce her gün, sabah akşam kat ettiği o uzun ve kasvetli yol… Yaklaşık 2400 adımdı, evden okula gitmek onun için bir eziyetti hele bir de yanında enstrüman varsa. Sorun yaratan enstrümanın ağırlığı değildi, yıllardır taşıdığı bu kara kutu, onun artık bir uzvu sayılırdı ve çoğu zaman onu hissetmezdi bile. Asıl zorluk çıkaran enstrümanın kendisiydi. Ne zaman kutusuyla mahalleye adımını atsa sataşmaya başlayan yaşıtlarıydı onu yıldıran. “İşte müzisyen geldi!” diyorlardı onu görünce, bazıları iyice abartıp peşine takılırlar, hatta ceketinden tutup çekiştirirlerdi. Onların elinden kurtulursa artık sıra büyüklerdeydi, onların da çocuklardan aşağı kalır yanı yoktu. İlk başta küçüğü hastalıklı bir bedeni varmış gibi acıyarak süzerlerdi ve sonra içten, hayıflanan bir ses tonuyla:
‘’vah vah, başka olacak bir şey bulamadın mı evladım ?’’
’’Opera mı var sanki memlekette?’’
‘’Ee peki ailen ne diyor bu işe?’’
Bu sorulara mantıklı sebep ve gerekçeler göstererek cevap vermek imkânsızdı, çünkü böyle yapmak karşındaki kişiyi ikna etmekten ziyade onu daha da kışkırtıyor, daha çok konuşmasına ve daha kötüsü daha çok hikâye anlatmalarına sebep oluyordu. Bu hikâyeler olanlardan ders çıkarıp doğru yolu bulması için anlatılırdı ve hepsinin ana karakterleri kendisine benzetilen, yani toplum tarafından ona uygun görülen birkaç saygın meslekten birini seçmeyip, farklı bir yol izleyen maceraperestlerden oluşuyorlardı. Çoğunluğu ressam, tiyatrocu, yazar ya da müzisyen olan bu kişiler hikâyenin sonunda er ya da geç yaptıkları aylaklıklarının cezasını büyük bir yıkımla ödüyorlardı. Büyük yıkım, evet bu kelime akıllara ölmeyi, çaresiz bir hastalığa yakalanmayı, ya da hayatını hapiste geçirmeyi getirirdi ama kastedilen bu değildi. Büyük yıkım demek, evvela zengin olamamaktı ya da rezidansta oturamamaktı. Bunlara erişemeden son bulan bir hayat boşunaydı şüphesiz. İşte insanlardan çekinmesi ve sokaklarda başı öne eğik hızlı adımlarla yürümesi böyle başladı.
Ne kadar kaçarsa kaçsın o korktuğu kalabalık onu sahnede buluyordu. Hepsi karşısına dizilmişlerdi ve sürekli ismini duydukları bu ilginç yaratığı baştan aşağı incelemenin hazzı içindeydiler. Ama her zaman olduğu gibi ilgileri fazla uzun sürmedi, kendisi de üzerinde dolaşan boş, anlamsız ve bıkkın bakışların etkisiyle iyice gerildi, sesinden ödün vermeye başladı. Seyirciler güçlü yekpare bir ses ile korkak, endişeli bir sesin farkını anlamayacak kadar sanata uzaktı, bu durumun bir avantaj olup olmadığını pek çok sefer düşünmüştü. Sahneye çıkmadan önce kendine verdiği sözü hatırladı; ne olursa olsun diğer yola sapmak yok, isterlerse sıkılsınlar hatta çıksınlar, ben artık sanatımı onların basit eğlencelerine daha fazla kurban etmeyeceğim. Salonda bir gerilim yeli esiyordu, seyirciler bazen işi iyice ileri götürerek birbirlerine “asıl şov ne zaman başlayacak?” gibi sorular soruyorlardı. ‘’Asıl şov’’ işte bu söz onu çıldırtıyordu, ‘’şov’’ kelimesinden bile bu kadar nefret ediyorken asıl şov da neyin nesiydi? Yavaş yavaş, hakikatin onun saklandığı yerin etrafında dolandığını ve kendiliğinden çıkmaz ise kulağından zorla çekilerek çıkarılacağını anladı. Gösterinin en zor yeri başlıyordu, ‘’kabullenme faslı’’. Bu insanlar gerçekten bir sanatın icrasını mı görmeye gelmişlerdi? Hayır, öyle olsa şu an sıkıntıdan esnemezlerdi şüphesiz. Onların görmek istediği ‘’şov’’ adını verdikleri, bu sanatın itibarına gölge düşüren basit muzipliklerdi. İstediklerini vermez ise onları kandırmış sayılırdı çünkü gerçek bir müzikal izlemek için kimse buralara kadar gelmezdi. Büründüğü ciddi havayı pervasızca değiştirdi ve yaramaz bir bakışın ardından seyirciye göz kırptı. Bu artık başlıyoruz demenin işaretiydi ve bu ufak mimik bile salonu sıkılmış havasından çıkarıp kahkaha boğmaya yetti. Uzak köşeden enstrümanını getirdi, oturmak için eğildiğinde ikinci bir kahkaha tufanı daha koptu. Boş yere sandalye varmış gibi oturacak iken son anda doğrulması ve düşmekten kurtulması seyircinin hoşuna gitmişti. Böyle numaralar düşünebildiği için kendinden utanmalı mıydı? Sahnenin sağından ağır bir piyano sesi geliyordu, ben o tarafa bakarsam ölürüm mahvolurum dedi içinden. Artık notanın, sesin bir önemi yoktu, mütemadiyen kopan alkıştan kendi sesini duyamaz olmuştu, bazen kendini kaybedenler ‘’bu adam mükemmel bir şey’’ diye bağırdıklarında utancından deliriyordu. Binanın kendisinden utanıyordu, operada seyircinin de artık bağırdığını duyan bu kolonlar ve kirişler artık dayanamayacak, nefretlerinden üzerimize yıkılacak diye korkuyordu biraz da. Enstrümanı alınca biraz ciddileşti, bir tenorun da gayet iyi çalabileceğini göstermek istiyordu onlara. Ama ona anlamsız bakışlarla baktılar ardından bunun sonunun ne gibi bir komikliğe varacağını kestirmeye çalışmaktan sıkıldılar ve bitap düştüler. Aynı melodiyi uzattı ve uzattı sonra çalmaya devam ederken sıkılmış bir ifadeye bürünüp numaradan göz ucuyla kolundaki saatine bakmasıyla salon yeniden canlandı ve artık insanlar gülmekten karınlarını tutuyorlardı. Beklediklerinden de akıllıca bir komiklikti kuşkusuz. Tüm aklı hala sahnenin sağındaydı, oraya bakmamak lazımdı, başkasını ortak edemeyeceği kadar büyük bir utançtı bu. Alkışlar yükselmişken tam sırasıdır dedi arsızca ve ayağa kalkıp enstrümanı yere çarpacakmış gibi yaparak yılların rock müziği şakasını, büyük bir vurdumduymazlık ve yüzsüzlükle klasik müzik sahnesine uyarladı. Seyircilerin beklediği bayağılık geldiği için artık rahattılar ve alkışın ardı arkası kesilmiyordu, içinde bulunduğu durumu unuttuğu için istemeden gözü piyanonun olduğu tarafa takıldı yani sahnenin sağ tarafına.
İdealleri ve hevesleri için her şeyden soyutlanıp hayatlarını bu yola adayan iki adamın tanışıklığı pek eskiye dayanır. Müziğin eğlence aracı olmaya başladığı günlerden beri, içleri nefretle dolan bu iki adamın birbirini bulması ve birlikte çalışmaları bu nefretin şiddetinden gelir. Her zaman her yerde gerçek sanatı savunmaları ve bunu yaparken fark etmeden takındıkları saldırgan, kinci, suçlayıcı tavırlar onları toplumdan iyice uzaklaştırdığı gibi, birbirlerine iyice yakınlaştırmış hatta hemhal olmalarını sağlamıştır. İki adam birbiriyle az konuşurlar çünkü zaten gerek hayatları gerek sanatları hakkında her fikir aralarında bir zamanlar münazara edilmiştir. Tahmin edebileceğiniz gibi bu fikirler katiyen değişmez, bununla beraber, olur da taraflardan birinin söyleyecek bir sözü varsa zaten konuşmaya ihtiyaç duymadan bir bakışıyla karşısındakine anlatabilmelidir. Çünkü zaten sanatçı olmak ve aynı sahneye çıkmak bunu gerektirir, şayet siz hiç sahnede birbiriyle konuşan piyanist ve tenor gördünüz mü? Eğer görmüşseniz, aynı dostlarımızın da içine düştüğü gibi sanattan uzak ve laubali bir ortamda zamanında maalesef bulunmuşsunuz demektir. Sahneden edindikleri birbirleriyle konuşamama huyu, onların bu sessiz, korkak ruh halleriyle birleşince, sahne dışına da taşmış ve zaten dışarıya kapalı olan bu iki arkadaşı istemeden de olsa iyice yalnızlığa ve birbirlerine karşı ketumluğa itmiştir. Bunca alkışın ve uğultunun arasında göz göze geldiklerinde piyanistin bakışında, küçümseme ve pişmanlık vardı. Tenor onun ne söylemek istediğini hemen anladı. Biz bu kadar düştük mü ha? Demekti bu bakış.
Bir an önce çıkmak için kuliste hazırlanıyordu, yüzü solgundu. Ekip çalışanların biri, izleyicilerin onunla fotoğraf çektirmek istediğini söyledi. Adamı rastgele bir bahane ile savuşturdu. Kulise kadar uzanan koridoru geri dönmekte olan seyirciler boyuna söyleniyordu. Onu kibirli ve nezaketsiz olmakla suçluyorlardı, sesleri bir türlü kesilmiyordu. Kendini tutamadı ve koridorun diğer ucundan onlara, ‘’Asıl nezaketsiz sizsiniz, beni aşağıladınız, sanatımı kendinize lümpen bir akşam eğlencesi yaptınız’’ diye bağırdı. Çıldırmak üzereydi, kendini sokağa attı. Başı eğik hızlı adımlarla yabancı bir şehrin sokaklarında yürürken sürekli düşünüyordu. – Bu insanlar gülmek için neden stand-up’a falan gitmezler? Nasıl oldu anlamadım ama birdenbire böyle salak bir millet olup çıktık. Komedi filmlerini ya da şovlarını korkutucu bir ciddiyetle izleriz. Her şakayı üzerimize alınır, söylenen her sözü ve yapılan her göndermeyi şaka olduğunu unutup günlerce tartışırız. Eğlence yerlerine gittiğimizde yüzümüz hep asıktır, duruşumuzla etrafa caka satmaya bayılırız. Sadece sap gibi dururuz, hiç gülmeyiz hatta dans etmek bile bir utançtır. Gel gör ki iş sanata gelince kimse aynı ciddiyeti göstermez. Kitapları boş zamanlarının eğlenceli bir meşgalesi olarak görürler. Edebi kitaplar onların aşağı hazlarına hitap etmediği için hiç basılmaz. İyi filmler bir iki ücra sinemada, boş salonda oynar. Mesaj verme kaygısında olan diziler 13. Bölüme kadar dayanabilirse mucizedir. Operayı ve tiyatroyu kimse sonuna kadar izleyecek sabrı göstermez. Tüm bu sanatçılar henüz açlıktan ölmemişlerse ya da nefretleri sebebiyle insanlara küsmemişlerse bu sefer çareyi sanatlarından ödün vermekte bulurlar. Bol resimli, konuşma diliyle yazılan, içeriği basit konuları işleyen kitaplar yazmaya başlarlar. Filmlerinde bol küfre ve çıplaklığa yer verirler. Kameranın başından kalkıp, podyumlarda dizide oynatabilecekleri gelecek vaat eden manken aramaya başlarlar. Bunları yapmak onlara başta zor gelir, gerçek sanat diye ağlayıp sızlarlar ama sonradan alışırlar. İnsan her şeye allem eder kallem eder alışır, üstüne bir de daha az uğraşıp daha çok kazanabildiğinin farkına varmışsa alışmakla kalkmaz yüzsüzce savunur yaptığını. Bu soytarılıklara da ‘’Sanata getirilen yeni bir bakış’’ adını koyar.
Her şeyin üstüne onun o bakışı ile beni yerin dibini sokması yok mu? O hiçbir zaman sahnede olmak ne demektir bilemedi. Sahnenin arkasından, küçümseyici ve sıkılgan bakışları, oflayıp puflama seslerini duyamazsınız. Piyanonun sesi her şeyi öyle bir bastırır ki salonda da her şeyin enstrümandan çıkan notalar gibi ahenkli olduğunu zannedersiniz. Ama öyle değildir, kendisine entelektüel diyen bu şeytanlar üzerinizde öyle bir baskı kurarlar ki ne yapacağınızı bilemezsiniz. Ondan biraz anlayış beklerdim açıkçası, ancak dediği kadar kızgın olsa çoktan beni bırakırdı. Neden bırakmıyor acaba? Bana olan bağlılığından mı? Yoksa alkışlar ve şöhret ona da artık tatlı geliyor da farkında mı değil? Ya da farkında olup da vicdan azabını bastırmak için bütün suçu bana mı yıkıyor? En iyisi fazla dolanmadan artık otele gidip uyumak, turnelerden de oldum olası haz etmem zaten.-
Odasına geldiğinde hala sayıklıyordu, elbiseleriyle yatağa girdi, boşa gitti her şey boşuna diye sürekli sayıklarken gözünden onda tesir bırakan bazı kesitler geçiyordu. ‘’Göster hadi kimin oğlu olduğunu’’. Bu söz babasınındı, hep birlikte ava gittikleri gün söylenmişti, ömrünü bıldırcın avında geçirmiş babası, onun eline ilk kez silah verdiğinde aynen böyle demişti. Silahı kuşların süzüldüğü yere tuttu, aralarında hiç boşluk yoktu vurması pek ala kolay bir hedefti ama o bir türlü tetiğe basmıyordu. En sonunda yapamayıp tüfeği babasına verdiğinde aklına işleyen başka bir sözü duydu, ‘’Ee keman tutmaya benzemez tabii’’. Hava kararınca hepsi arabanın önünde buluştular. Arabanın kaputunda cansız bıldırcınlar sıralanmıştı, mutlulukla onları tekrar tekrar sayıyorlardı. Mütemadiyen babası ona dönüp, ‘’Bak görüyor musun? Amcanın oğlu Osman her attığını nasıl vurmuş’’ diyor sonra saymaya devam ediyordu. Gözlerinin önünden kaputa dizilmiş bıldırcınların görüntüsü geçince dayanamadı, dehşetle yataktan fırladı. Şimdi pencereye dayanmış dışarıyı izliyordu. Beni hiç anlamadılar diye sayıklaması saatlerce sürdü. Sonra tek kelime etmeden kendini odasında astı, henüz 36 yaşındaydı. Ertesi gün gazeteler bu olayı utanmaz bir manşet ile yayınladırlar.
‘’Komedyenin gizemli intiharı’’
Yazan: Serhat Kıran