Heyecandan mı bilmem, ellerim her zamankinden biraz daha fazla titriyordu. Bazen de aniden bir ürpertiyle korkuyorum, üşüyorum. An yaklaştıkça kendimi gençlik yıllarımda yine onu beklediğim, yazsa eğer Ömür Pastanesi’nde, kışsa eğer Küçük Cafe’de gibi hissettim. Gururlu, kendinden emin, hayatında yanlışın yeri olmadığı bir delikanlıydım. Seviyor ama bunu gösteremiyor, belki de göstermekten çekiniyordum. Şimdi ne Ömür Pastanesi kaldı ne de saf gençliğim. Dediklerine göre Küçük Cafe o yıllardan sonra çokça el değiştirmiş, işleten her kişi adını da değiştirmiş. Sonra adı değişti diye müşterilerin ayağı da kesilmiş böylece. Bunları bana söyleyen de, geçmişimle aramda asma bir köprü olan Mesut’tu. Ben yirmi dördümdeyken Mesut on yedi yaşında bir lise öğrencisiydi. O zamanlar bir süre Ömür Pastanesi’nde çalışmış, bizler de gide gele Mesut’la arkadaş oluvermiştik. Flörtümüzü her şeyiyle bilen tek kişi de Mesut’tu. Münevver’den gelen mektubu bana getirdiğinde kalbim yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. O esnada Mesut’un hayatımda ne kadar önemli olduğunu da düşünüyordum bir yandan. Mektubu okumam için beni bekler, içeri gelmesini söylesem de ayakta bekler, gizlice bir sigara yakar, ben mektubu okurken içime oturup öylece kayıtsız bekleyen kelebekler, Münevver’in her kelimesiyle can bulup uçuşmaya başlıyordu. Mesut tükenmek üzere olan sigarasından son nefesi almaya yakın mektubu bitiriyordum. Evimin derme çatma verandasında, ıssız bir hapishanede biçare bir şekilde volta atar gibi, nizami adımlarla baştan sona yürüyordu. “Mesut?” dedim. “İçeri girsene oğlum?” “Yok abi, böyle iyiyim ben. Sen kafana göre takıl.” Bu rahatlıkla Münevver’in aşk dolu sıcak cümleleriyle dolu mektubuna karşılık bir mektup yazmak için kalemle kâğıdı aldım elime. Münevver kadar süslü cümlelerim, güzel benzetmelerim yoktu. İçimden ne geçiyorsa kâğıda dökmek, onun da duygularımı hissetmesini sağlamaktı niyetim. Arada bir Mesut’a ne yapıyor diye bakıyorum. Münevver’i ne kadar sevdiğimi anlatırken Mesut’un yaktığı ikinci sigaranın dumanını kokluyordum. Mesut’un bu ilişkide ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bu duman bana. Hızlı hızlı yürümeye başladı sonra Mesut. “Oğlum acelen varsa söyle.” Mesut yanlış anlaşıldığını anlayan biri gibi “Yok abim, bakma sen bana. Sigarayı biri görecek diye korkuyorum.” Sonra aklıma sıkışmış olabileceği de geldi. “Çişin mi geliyor? Hızlı hızlı yürüyorsun.” Mesut açıklama yapmaktan bıktığını nezaketle göstermeye çalışarak “Abi iyiyim ben, yazmaya devam et,” dedi. Mesut’u o gün neden bu kadar önemsediğime şaşırıyorum. Son cümlemi de yazıp kâğıdı ikiye katladım. Şişesinin neden çam ağacı şeklinde olduğunu merak ettiğim (köyde yaşayan annemle babam ayda bir eve geldiklerinde, her seferinde boyunlarına ve koltuk altlarına sıkarlardı), kokusunu Münevver’in çok sevdiği “Pino Silvestre” marka parfümden kâğıda mürekkebi dağılmasın diye uzaktan, birkaç defa sıktım. “Tamamdır Mesut. Bunu Münevver’e ilet.”
Mesut mektubu aldığı gibi merdivenleri ikişer ikişer inerek gözlerden kayboldu. Tam iki yıl boyunca Münevver’le haberleşmemizi, buluşmalarımızı hep Mesut ayarlamıştı. Küçük Cafe’nin el değiştirdiğini yıllar sonra ansızın, sebepsizce arayarak söylemişti. Yıllar sonra aramasını zihnimde hiçbir yere yerleştiremedim. Onunla neden yıllardır haberleşmediğimizi de bir saniye sonra düşünmeye başladım. Mesut her zaman Münevver varken hayatımdaydı. Münevver’le konuşmadığımız için Mesut’la da ipler kopmuştu. Yıllar sonra araması bana Münevver’i de hatırlattı. Eski günlerdeki gibi Münevver’in buluşmak istediğini, söylemek istediği önemli şeylerin olduğunu, Münevver’in bana çok kızdığını, annesiyle beni konuştuğunu, babasıyla benim yüzümden tartıştığını, çarşıda bizi görenlerin laf ettiğini ve buna benzer hafızama kazınan herhangi bir havadisten bahsedeceğini düşündüm. “Görüşmeyeli nasılsın abi?” dedi. Nasıl mıyım? Bildiğin gibi işte Mesut. Hâlâ yakışıklıyım sanırım. Ama biraz yorgun, biraz buruşmuş bir bedenim var. Bana hani kara oğlan diye seslenirlerdi ya, kara olan kıllarımın yerini ipek gibi bembeyaz kıllar aldı. Yok, evlenmedim, bekârım henüz.
“Sen evlenmedin mi Mesut?”
“Evlendim ama boşandım be abi. Annem illa akraba olsun dedi, babam da yabancı biriyle evlen, akraba olmasın diye tutturdu. Velhasıl köyden birini istedik. Kızı ömrümde ilk defa gördüm, o gün nişanladılar bizi. Önce sevebileceğimi düşündüm, balık etli güzel bir kadındı. Evlendik bir curcunayla. Sonra hep kavga gürültü. Hayattan soğuttu beni be abi.” Mesut hayli dertliydi. Onunla son görüştüğümüzde yirmi yaşında, aklında sadece bir tel sigara içmek için gün boyu çalışmak fikri olan toy bir delikanlıydı. Hayat ona da sillesini yapıştırmış meğer. Hayli zengin olmuş ama o da mutlu olmayan zenginlerdenmiş. Sonra aniden beni gafil avlarcasına bir soru sordu: “Sen Münevver ablayla görüşüyor musun?” Hayır, hiç görüşmedim Mesut’tan sonra. Heyecanımı gizlemek için önemsizmiş gibi konuşarak “Ha, Münevver mi? Yok be oğlum,” dedim. “Abi aslında seni yine onun için aradım. Biz görüşüyoruz ara sıra. Seni sordu en son. Buralardaysan görüşmek istediğini söyledi. İstese bulurmuş numaranı ama şimdiye kadar benim aracılığımla görüştünüz, bu sefer de öyle olsun dedi.”
Yaramazlık yapıp yakalanan çocuklar gibi ben de heyecanımı gizleyemedim, yakalandım Mesut’a. Sesim titrek bir şekilde, sitemli gözükmemeye çalışıp aslında sitem dolu konuşmaya başladım. “Ne diye görüşmek istiyormuş. Yaşımız kaç olmuş, nedir yani amaç?” Mesut bu tepkimi beklemiyormuş gibi “Şey, bilmem ki. Ona ne diyeyim?” diye sorarak patlamaya hazır bombayı elime bıraktı. Onu ne kadar görmek istediğimi bilmiyordu Mesut. Ama bir taraftan da gururumu düşünüyordum. Görüşmesem daha iyi olacakmış gibi hissettim önce. Sonra “Münevver” dedim içimden. Mektuplarını hâlâ özenle kilitli çekmecede sakladığım, sadece yılda bir defa açıp okuduğum kadın, dedim. Onu otuz iki yıl sonra görmeye hazır olup olmadığımı düşündüm. Mesut’un telefonda “Alo, orada mısın abi? Aloo…” diye sıkıştırmasını da fırsat bilerek “E neyse bakalım, diyecek bir şeyleri vardır herhalde,” deyip elimdeki bombayı düşürmeden Mesut’a iade ettim. “Tamamdır o zaman, tarihi ve yeri söylemek için ararım seni abi. Hem biz de görüşmüş oluruz, uzun zaman oldu.”
Ömür Pastanesi’nin yerini koskocaman bir bina almıştı. Yedi katlı bina Ömür Pastanesi’ni yerin dibine sokmuştu sanki. Bu yüzden başka bir yer bakmıştı Mesut. Yeri söylemek için ertesi gün aradı: “Salı günü akşamüzeri saat 4’te, ‘Çay Bahane’de.”
Heyecandan mı bilmem, ellerim her zamankinden biraz daha fazla titriyordu. Bazen de aniden bir ürpertiyle korkuyorum, üşüyorum. An yaklaştıkça kendimi gençlik yıllarımda yine onu beklediğim yazsa eğer Ömür Pastanesi’nde, kışsa eğer Küçük Cafe’de gibi hissettim. Ama değildi, bu mekânın önünden daha önce geçmiştim, içinde ağız dolusu gülen ama yaşamın beyhudeliğini hatırlatan, ben gibi yaşlanınca dünyaya tuhaf bir şaşkınlıkla bakacak olan bir grup mutlu insan görmüştüm. Birazdan ben gidecektim oraya, yaşlı hâlimle.
Duş aldım, vücudumda birikmiş kirleri (aldığım duşlar gittikçe seyrekleşiyordu) akan suyla temizledim. Sıcak su bedenimin belli uzuvlarına temas ettikçe gençleştiğimi hissediyordum. O esnada en son ne zaman böylesine mutlu ve anlamlı bir duş aldığımı hatırlamaya çalışıyordum. İyice kurulandıktan sonra dolaptan temiz iç çamaşırı çıkardım. Saçlarımı kurulayınca yüzüme dikkatli bir şekilde baktığımı, buruşukluğun, kırışıklığın arkasındaki gerçek “ben”i aramaya çalıştım. Bu yenilik, bu sıradışılık hep Münevver sayesindeydi. Bıçkın delikanlılık yıllarıma dönmüştüm sanki, saçlarımı geriye doğru tararken de; artık günde sadece bir defa (yatmadan önce) fırçaladığım dişlerime bakarken de. Sonra meşhur Pino Silvestre’yi boynuma her zamankinden biraz daha az sıkarak çıktım dışarı.
Çay Bahane’nin kapısından içeri girer girmez Münevver’in yüzüne çarptı gözüm. Heyecandan kalp krizi geçirebileceğimi de düşünüp korktum. Ona doğru yürüdüğümü görünce beni fark etti. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Gözlerinin içi her zamanki gibi gülüyordu. Yavaş bir şekilde sandalyeden kalkıp elini uzattı. Elini tuttum bir süre. Baktık birbirimize. Sonra sıktım elini, endamlı bir şekilde oturdu tekrar.
Beyaz yüzünü muhtelif yerlerde çıkan lekeler kaplamıştı. Karşısına oturup heyecanım dindikten sonra ellerinin de eski yumuşaklığını yitirdiğini fark ettim. Münevver’i böyle görmek aniden hüzünlendirdi beni. O zamanlar hiç yaşlanmayacakmış gibi görüyordum onu. Yüzündeki tazelik, elindeki yumuşaklık, gözlerindeki dirilik hep aynı kalacakmış gibiydi. Sonra aklıma birden Mesut geldi. Onu görünce de en az Münevver’i gördüğüm kadar heyecanlanırdım herhalde. Yıllar onu nasıl bir adama çevirmiş, merak ediyordum.
Nihayet ikimizden birinin bu sessizliği bozması gerekiyordu. Gülümseyerek “Konuşmayacağız galiba,” dedim. O da “Sana bakıyordum. Değişmemişsin,” diye karşılık verdi. “Yaşlandık, değişmez olur muyuz? Sadece gözler ve onların bakışları değişmez. Aynı bakıyorsun hâlâ.” Ben bunları söyledikten sonra Münevver dediklerimi kanıtlarcasına bakışlarına daha derin bir anlam katmaya çalışıyordu. Bu hâliyle o kadar komikti ki gülmemeye çalışıyordum. “Bunca zaman sonra beni neden görmek istediğini anlamadım.” Münevver o tuhaf, komik bakışlarının farkına varıp daha ciddi bir edayla konuşmaya başladı: “Seni dünya gözüyle son kez görmek istedim. İçimizde ne varsa oturup konuşmak istedim. İyi etmiş miyim?” Cevap vermedim. Birbirimize bakmaya devam ettik, ta ki garson “Çay mı efendim?” diyene kadar. Bir dakika sonra garson elindeki çayları masaya bırakıp uzaklaştı. Sonra Münevver’in gençliğinden kalma alışkanlığı hatırlatarak “Çayı hâlâ yarım mı bırakıyorsun?” dedim. Gülümsedik. “Artık çay içmiyorum,” dedi. Neden diye sorunca doktorun saydığı birçok anlamsız önlemden bahsetti. Çayımdan bir yudum alıp ona bakmaya devam ettim. Ben Münevver’e baktıkça, o da sanki aklımdan geçirdiklerime değiyordu. Her düşündüğümde onun gözlerine çarpıyor, onun ellerini siper ediyordum korkularıma. Asıl merak ettiklerimi sormuyor, sormaktan korkuyordum. Kaç çocuğu olduğunu, torunlarının isimlerini sormaktan geri durdum. Yaralayacaktı çünkü; beni aşağılık bir adam gibi hissettirecekti. O söylemeden ben açmayacaktım konuyu. Bu kadar kısa zamanda sıcacık çayı nasıl bitirdiğime şaşırıyordum. Onunkiyse aynıydı. Hep aynıydı Münevver. Çok konuşur, sohbet etmeyi çok sever, çayı ister ama içmez, bazen çok sıkılır, “şuraya gidelim” der, bazen öylesine uyumak ister, bana kızdığında içten bir “of” çeker ama kötü söz söylemez, diline bir şarkı dolandı mı durmadan onu söyler, benim de ona eşlik etmemi ister… Onu kandırmak kolaydı, şaşırtmak da öyle, şaşırıp telaşlandığında “neeee?” şaşırıp meraklandığında “yaaaa…” derdi.
Münevver böyle bir kadındı işte. Benleyken farklı, bambaşka bir kadındı. Benleyken olduğu kadın gibi kalmak isterdi hep. Şimdiyse çok farklı bir kadın olmuş ama bundan memnun değilmiş gibi bir hâli vardı. Hafif titreyen elleriyle içi soğuk çay dolu bardağın altlığıyla oynuyordu. Bir taraftan da bana bakıyordu. O an genç olmak, onu tıpkı gençliğimdeki gibi öpmek isterdim. “Münevver” dedim kısık sesle. Gözlerini çay bardağından ayırıp gözlerime dikti. Bekledi. Sustum. Ona doğru eğilip fısıldadım: “Seni hep sevdim.”
Yazan: Mesut Güney Yılmaz