Sonbahar güneşi erken vakitte çekip giderken yerini gittikçe koyulaşan karanlığa bırakmıştı. Şiddetini artıran lodos parktaki ağaçların dallarını sağa sola savuruyordu. Boğazın sarhoş suları kıyıya çarptıkça yükseliyor, sendeleyip beton yürüyüş yoluna düşüyordu. Denize uzaktaki banklara doğru uçuşan su zerrecikleri yüzüne deydikçe kıkırdayan genç kadınlar sevgililerinin gözüne bir başka görünüyorlardı.
Ağacın savrulan dalları arasında bir görünüp bir kaybolan sokak lambasının altından geçen kadın ile adam el ele tutuşmuşlardı. Belki başlangıcın belki de bitişin mesafesiydi bedenleri arasındaki uzaklık. Karanlığa karışırlarken her nedense bir yol ayrımına doğru yürüdükleri hissini bıraktılar geride. Sırnaşan, tacizde bulunan Boğaz’ın sularına aldırmadan yürüdüler. Boş buldukları ilk banka oturdular. Eller ayrılırken bedenler arasındaki mesafe kapanmadı. Genç kadın hafifçe başını çevirip gözleri öte yakaya takılıp kalmış adama baktı. Sonu gelmeyecekmiş duygusu uyandıran acı dolu sessizliği bozmalıydı. Kıyıya çarpan dalgayı fırsat bildi: “Lodos çok şiddetli.”
Laf olsun diye söylenen sözlerin aradaki mesafeyi aşması hayli zaman almıştı. Zihninin derinliklerinden gelen karşılık adamın yüreğine çöreklenen ağırlığı peşine takıp sürüklemişti sanki: “Lodos daha da şiddetlenecek! (…) Amansız fırtınaya dönecek gibi…”
Genç kadın yinelenen sessizliği bozacak gücü bulamadı kendinde. Önlerinden geçen sevgilileri fark etmeyen adam hâlâ öte yakadaydı. Yaşanacak ayrılığın yankılanan sessizliğini bırakmıştı orta yere. İkisinin kafasında da “neden?” sorusu karşılığını bulamıyordu bir türlü. Beklenen sonun önündeki tek engel yüreklerine kök salan geçmişti. Onun da artık ne kadar ayak diretebileceği kuşkuluydu. Uzayan sessizlik kısalan geleceğin habercisi gibiydi. İkisi de itiraf edilemeyen gerçekleri tahmin etmeye çalışıyordu kendilerince. Bildikleri değil şüpheleriydi sessizliği gecenin rengine bürüyen.
Genç kadın, yanı başında oturan adamın kendisine aşkını itiraf ettiği anı anımsadı. Neler çekmişti ona aşkını açığa vurduruncaya kadar. Söylenemeyenleri söyletmek hiç de kolay iş değildi. “Belki şimdi de ilk adımı benden bekliyordur” diye düşündü. Umutlandı. “Canım! Bir sorun mu var?” dedi.
Bu kez sessizlik kısa sürdü: “Sence?”
Kadın, konuşurken onun gözlerini boşuna aradı: “Ben işe başladıktan sonra sana bir hâller oldu.”
Kalbindeki kavgayı bitiremeyen adam sessiz kalmayı tercih etti. Konuşursa her şeyin sona ereceğini hissediyordu. Çocukça davrandığı, kıskançlık yaptığı yollu sitemleri işitmeye tahammülü yoktu. Üstelik bu kez iş daha ciddiydi. Sessizliği, orta yerinde oturdukları gece kadar fırtınalıydı. Gözleri, kıyıdaki küçük ahşap iskeleye bağlı, inip çıkan yorgun sandala takıldı. Sanki bu fırtınayı atlatamayacak gibiydi. Lodos şiddetini arttırdıkça arttırıyordu. Genç kadının sözlerini rüzgâra bırakıyor, konuştuklarını belli belirsiz duyuyordu. Gözlerini yorgun sandaldan alamıyordu. İplerini kopartsa açılıp uzaklara gidemeyeceği belliydi. Onu bekleyen son, dalgaların dövdüğü kıyı boyunca uzanan betonlardı. Adam mırıldandı: “Ömrü pamuk ipliğine bağlı.” Kadın, güçlükle işitebildiği sözlere anlam veremedi. Merakını giderecek yanıtı alamayacağından emindi. Ama yine de sormadan edemedi: “Kimin ömrü?”
Beklediği karşılığı alamasa da bu kez fazla beklemesine gerek kalmadı: “Bunun sonu belli! (…) Lodosun gözü yaşlı derler.”
Her işittiğiyle kafası biraz daha karışan kadın susmayı tercih etti. Lodosun şiddeti gittikçe artıyordu. Savrulan ağaçlar yere kadar eğiliyor, tam “her şey bitti” derken ayağa kalkmayı başarıyorlardı. Yorgun sandalın dayanacak gücü kalmamıştı.
Artık beklenen sonu yaşama zamanının geldiğine karar vermişti adam. Anlatacaklarını tek seferde söyleyemezse sonunu getiremeyeceğini düşündü. Kulaklarını lodosun uğultusuyla kapattı. Sanki daha sonra yapacağı konuşmaya hazırlanır gibi boşluğa bırakıverdi cümlelerini.
“Haklısın. (…) Ne olduysa sen işe başladıktan sonra oldu. Çok değiştin. Kılık kıyafetin başka… Davranışların çok farklı… İlk tanışmamızda Türk kahvesini ne kadar çok sevdiğini söylemiştin. (…) Sonra hep kahve içtik. (…) Bir keresinde sen tatildeyken telefonda karşılıklı kahve içmiştik. (…) Karşılıklı kahve bile içemez olduk.”
Genç kadının söylediklerini duymadı. Devam etti.
“Artık o kadar uzaklardasın ki! Dokunamaz olduk birbirimize. (…) Çoktandır seni doya doya öpemedim. (…) Her seferinde dudaklarının acıdığını söyledin. (…) Israr etmedim. (…) Kahve yanığı dedin…”
Kadının sözleri lodosa dayanamayarak savrulup uzaklaştı.
“Beni artık sevmediğini, ayrılmak istediğini söyleyebilirdin” dedi adam.
Kıyıya çarpan dalganın gürültüsü kadının sesinden daha güçlüydü.
“Uzaklaşmanın tek açıklaması var; bir başkasını sev…”
Az öteden yükselen şiddetli gürültü adamın sözlerini tamamlamasına izin vermedi; ya da onun duygularına tercüman oldu. Bu kez duyulan sadece kıyıya çarpan dalganın sesi değildi. Pamuk ipliği kopmuş, yorgun sandal kaçamayacağı sona sürüklenmişti. Su damlacıklarının ardına takılan tahta parçaları yürüyüş yoluna savruldu.
“Artık gitme vakti,” diye aklından geçiren adam yerinden kalktı. Başkaca laf etmeden, ardında bıraktığı şaşkın bakışlar arasında acı çeken adımlarla, birlikte geldikleri tarafa eksilerek tek başına yürüdü. Genç kadın, arkasından koşup yakalamak, yüzüne öfkeyle haykırmak, yumruklarını göğsüne indirmek istedi o an. Çaresiz sessizliğinin acısını yüreğinin derinliklerinde hissettiğinde yerinden kıpırdayacak gücü bulamadı kendinde. Adam sokak lambasının altında son kez göründüğünde yükselen haykırışı, kaybolup gittiği karanlığa ulaşamadı: “Dur! Gitme!”
İnsanları sersemleten lodos yine hükmünü sürmeye başlamıştı şehrin dört bir yanında. Genç kadın için o geceden beri esen lodos bitmemişti hâlâ. Halbuki lodos az gözyaşı bırakmamıştı bugüne kadar; ama ardı arkası gelmiyordu. Mesai saatinden önce oturduğu masada başını kaldırmadan çalışıyordu. Çalan telefona baktı. Görüşme kısa sürdü. Ahizeyi bıraktı. İlk kez yerinden kalkıyordu. Üstünü başını düzeltti. Odadan çıkmadan gözü pencereye takıldı. Lodos hâlâ gözündeki yaşı bırakamamıştı. Başlasa ardı gelecekti. Sonrası? Ferahlık.
Odaya dönmesi fazla sürmedi. Dönüşü gittiği gibi olmadı. Koltuğa kendini bırakıverdi. Çalan telefonlara bakmadan oturdu öylece. Sanki bir anda kimliğini kaybetmişti. Halbuki kısa zamanda yükselince buradaki yerinin sağlamlaştığına ne kadar da inanmıştı. Şimdiki hayal kırıklığı tarifsizdi. “Tasarruf tedbirleri gereği küçülme kararı…” diye başlayan kalıplaşmış cümlenin devamını duymamıştı bile.
Lodos esmeye devam ediyordu, yerinden kalkıp özel eşyalarını toplamaya başladığında. Ne kadar da çok şey birikmişti; çantasına sığdıramadı. İlk kez işsiz kalmanın acemiliğini filmlerden hafızasına kazınan sahnelerle aşıverdi. Hemen küçük bir koli buldu. Çekmeceleri boşalttı. Tam “her şey bitti” derken, masanın sol tarafındaki, her gün kahve içtiği termos bardağı fark etti. Eline aldı. Yüzündeki acı gülümsemeyle koltuğa oturdu. Terfi ettiği günü anımsadı. O akşam iş çıkışında almıştı. Gün boyu kupalar dolusu kahve içmelerine rağmen ellerinde termos bardaklarla sokakları arşınlamaları üzerine hiç düşünmedi; okula gittiği yıllarda, ellerinde bardaklarla çay-kahve içerek sokakta hızlı adımlarla yürüyenleri gördükçe işten başını kaldıramayan çok önemli insanlar olduklarını zannettiğinden belki de. İşe başladığında eski çalışanlarla ilk kez adımını atmıştı dünyaca ünlü kahve zincirinin ofise yakın şubesine. Sabah ve akşam mutlaka uğruyor, kapaklı bardaklarda kahve alıp yola koyuluyorlardı; kimi zaman ofise kimi zaman da otobüs durağına doğru. Alışıncaya kadar çok çekmişti o bardaklardan. Yürürken sık sık dudağını yakıyordu. Yine de, dudağını yaktığını söylemek yerine ortama ayak uyduruyordu. O günleri anımsadığında dudağına dokundu; alev alevdi. Pencerenin ardında lodos keyfince hükmünü sürüyordu; o geceki gibi. Başka şeyleri de anımsadı: Sağa sola savrulan dalları, kıyıyı döven dalgaları, parçalanan yorgun sandalı… Sokak lambasının ardındaki karanlığı; beri tarafındaki haykırışı… Çığlığı… Bu anı bekliyormuşçasına yüreği dökülüverdi dilinden: “Beni dinlemedi bile.”
Gözü pencereye takıldı. Lodos artık gözyaşlarını tutamıyordu. Yerinden kalktı. Pencerenin önüne geçti. Aşağıda koşuşan insanları gördüğünde içi kıpırdadı. Mırıldandı: “Yağmurun ardı güneş.” Çalan telefonla irkildi. Her zaman koşturan kadın acele etmedi bu kez. Canı istediğinde ahizeyi kaldırdı. Çıkış işlemlerini tamamlamak için muhasebeden çağırıyorlardı. On beş günlük ücretiyle birlikte tazminatın da banka hesabına yatırılacağını karşıdaki ses bildirirken termos bardağı aldı eline: Evirdi, çevirdi. Telefonu kapattı. Termos bardağı birkaç kez tartar gibi salladı: “Hiç de ağır değilmişsin,” diyerek gerçekleri yüzüne vurdu, onunla birlikteliğinin anlamsızlaştığını düşündüğünden daha fazla beklemeden çöp kutusuna attı. Gülümsedi. Çantasını aldı. Özel eşyalarını koyduğu koliye göz ucuyla bile bakmadı. Muhasebenin kapısını açmadan kendisini dışarı attı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Gözyaşlarını lodosun gözyaşlarıyla tereddüt etmeden buluşturuverdi.