Evden çıkmak üzereydi. Bir an tereddüt etti. Sağına soluna baktı; pas atacak kimse bulamayan gard gibi şöyle bir kendi etrafında döndü. Kapının kolunu bırakıp geri salona yöneldi. Kendi kendine konuşmaya başladı: “Bugün işe gitmeyiversem olmaz mı? Telefon ederim Kazım’a. O da şimdi sorgu sual eder: ‘Neyin var, hasta mısın, doktora gittin mi, ne dedi, çok mu kötüsün, ilaç alıp gelemez misin? Kâmil Bey toplantı yapacağını sana söyledi mi? Bana önemli olduğunu söyledi; projeyle ilgili son durumu üst yönetimle paylaşacakmış. Beni bilirsin; ben bu ekibin hep arkasında durdum ama siz de bana destek olmalısınız… Gerçekten gelemeyecek durumdaysan evden bağlan o halde; toplantı esnasında sana sorulacak bir şey olursa hemen cevaplayabilirsin…’ Hem işe gelmedi diyecekler hem de işe gitmiş kadar olursun” diyerek kendi sorusunu yanıtladı.
Toplantıları sevmiyordu. Kazım’ı görmek istemiyordu. Kâmil Beyi duymak istemiyordu. Diğer zavallı çalışma arkadaşlarına acımak istemiyordu. Artık acımıyordu gerçi. Onlara beslediği duygular daha başkaydı. İçlerinde öyleleri vardı ki sahiplerine yaranmaya çalışan köpekler gibi müdürlerine yaranmaya çalışıyorlardı. Onlara duyduğu his: baş okşama hissiydi çoğu kez. Elini başlarında gezdirmek istiyordu; insanlar arasında böyle bir şey yapmak yadırganmasaydı. Ne tuhaftı insanların köpek gibi davranmasının müspet, insanlara köpek gibi davranmanın menfi olması. Oysa bunu onları aşağılamak için değil onların da hoşlanacağını düşündüğü için yapmak istiyordu. Herkesin daha mutlu olduğu bir çalışma ortamı mümkün değil miydi? İşe gitmek için bu kadar zahmete giriliyordu. Değiyor muydu yani?
Evden çıktı. Metroya yürüdü. Nasıl binmesi gerektiğini öğrenmişti. Daha doğrusu biraz daha çekilir hâle getirmişti. Bekleme safhası için henüz bir buluşu yoktu. Çaresiz bekliyordu. Metro gelince kapılar açılıyor, inenlere öncelik veriliyordu. Önceleri insanlar bunu bilmiyordu. Aynı anda binecekler binmeye, inecekler inmeye çalışıyordu. Amerikan futbolunun itiş kakışı gibi saçmaydı. Neyse ki artık inme binme adabı edinilmişti. İnecekler indikten sonra asıl eğlencesi başlıyordu. Herkes bir anda kapıya yüklenirken içinden “Haydaaa! Breee! Allah! Allah! Allah! Allah!” diyerek hücum ediyordu içeriye. Ne kadar hızlı davranırsa o kadar zevkli oluyordu. Kimse itiraf etmiyordu ama böyle eğleniyorlardı. Her birey bu oyunu kendi keşfetmek zorunda idi. O da kimseye söylemiyordu buluşunu. Eğlence inerken de aynı şekildeydi. Hep beraber bir duygudaşlıkla içlerinden benzeri şeyleri söylüyorlardı. Bu sefer dışardaki gizli düşmana hücum ediyorlardı. Bazen bu oyunu oynamaktan sıkılıyor savaşa katılmayıveriyordu. En son biniyordu. Ne oluyordu yani bir an evvel binince? Böyle yaptığı zamanlar koşturan insanlara biraz yukarıdan bakıyordu. Koyunlarını ağıla doldurmuş bir çoban gibi görüyordu kendisini. Ne tuhaftı ki pek de uzak olmayan tarihte toplama kamplarına götürülenler dipçikle bindiriliyormuş bu trenlere. Şimdi koşa koşa biniyorlardı insanlar.
Yolculuk, daha meşakkatli ve çekilmez kısmıydı işin. Ona değme, buna değme, o sana değmesin, öbürü yüklenmesin, virajlarda pozisyon al, durmaya hazırlan, kalkmaya hazırlan, bir bacağa fazla yüklenme; öbürüne paylaştır yükü… Bir de sucuk yiyip gelenlerden uzak dur. Herkesin bildiği ama pek de hatırlamak istemediği türlü sıkıntılar…
İneceği durak anons edildi nihayet. Vara vara vardı ol kara taşa. Binanın önünde Zomestrişka Plazası yazıyordu. Plaza, palas, palazlanma, kuşpalazı, please, plasenta, plase kelimelerinin akrabalıkları, benzerlikleri aklına geldi. Bütün bu iş hanlarını düşünüyordu. Ne yapılıyordu bu kadar binanın içinde? İşe gitmek, yapılan işten daha büyük bir işti çoğu zaman.
Manyetik kartı okutup turnikeden geçti. Ortaokula giderken elinde sopayla asık suratlı Lütfü Hoca kapıda dururdu. Şimdi burada belinde jopuyla güler yüzlü bir güvenlik görevlisi duruyordu. Buldukları işe şükreden bu insanlarla selamlaşırdı. Asansör sırasına girdi. Plaza ahalisi çoktan yerini almıştı. Geriye kalan tek tük; trafiğe yakalanan, evden çıkamayan ya da bilinmedik nice sebepten geç kalanlar dizilmişler, telaşla asansörleri takip ediyorlardı. Asansör deyince aklına ‘Ne sen sor ne ben söyleyeyim!’ gelirdi. Endüstri Meslek Lisesinde okumuş bir arkadaşının anısına dayanıyordu. Bir keresinde sözlüye kalkmış. Konu asansörmüş. Arkadaşı konuyu bilmiyor tabii. Hoca: “Anlat oğlum… Asansör…” “Hocam ne sen sor ne ben söyleyeyim.” Sınıfta bir kahkaha kopmuş. Hoca da gülmüş müydü yoksa dövmüş müydü orasını hatırlamıyordu.
Asansörler geciktikçe zaten işe geç kalmış bekleyenler arasında bir homurtu yükseliyordu. Sıra O’na geldi. Metrodaki oyun burada oynanmıyordu. Yeterince kalabalık oluşmuyordu. Bir de düzenli sıra olmak gerekiyordu. Üç beş kez denemişti, tadı çıkmıyordu. Asansöre bindi. Prezantabl olmak zorunda kalmış, saçları jölelenip taranmış, parfüm sürmüş adamlar, makyajlarını yeterli özenle yapamamış uykulu kadınlar doldurdu kabini. Asansörden indi. Kendine ayrılmış koordinatlara doğru ilerledi. Raylı sistem O’nu önce x doğrusu üzerinde şimdi de y doğrusu üzerinde taşımıştı. Masasına çantasını bıraktı. Bir çay içemeden toplantı odasına girdi.
Toplantı başlamıştı. Kâmil Bey projenin geldiği noktaya ilişkin notlar alıyordu. Toplantı odası dolmuş, O’na sandalye kalmamıştı. Kendi sandalyesine binerek toplantı odasına sürdü. Atı kapıda kişnedi, kapıyı tepti. Şimdi sırtına asılı gürzünü eline alması gerekiyordu. Gürzü yerinde değildi. Pusatsız savaşmak zorundaydı. Eli böğründe oturdu. Projeye dâhil ekipler bir bir kendi taraflarındaki gecikmeleri diğer ekiplere yıkarak hava istopu oynamaya başladılar. Kaçınılmaz olarak O’nun adı zikredildi. Topu yakalamak zorunda kaldı: “Ben müşteriden gelecek bilgiyi bekliyorum” dedi. Savunma yapıyordu. Topu ancak kornere atabilmişti. Müşteri bilgisini sağlayacak birim yükleniyordu. O ekibin lideri Sevda Hanım: “Biz geçen hafta müşteriden beklenen bilgiyi alıp size gönderdik” dedi. Defans dağılmış durumdaydı. Apansız bastırmışlardı. Kafa vuruşu ve gol. Hatırlıyordu. Pazartesi sabahı elektronik postalarını okurken görmüştü. Bugün salıydı. Bir iş günü geçmişti sadece. Bir gün olmuştu bir hafta. Cuma akşamı mesaiden sonra gönderdiniz dün de acil başka bir iş çıktı demek istedi. Ofsayt itirazıydı bu. Pek de iyi fikir değildi. Golün üstüne bir de sarı kart görebilirdi. Ortamı gerip durumu daha da kötüye götürebilirdi. Bunu sineye çekmek zorunda kaldı. Tüm ekipler toplantıya tedbirli gelmişti. O hazırlanmamıştı. Şimdi ceremesini çekiyordu. Köşeye sıkıştırıp ıslattılar bir güzel. Gecikmenin kimde olduğu anlaşılmak zorundaydı. Katılımcılar rahat nefes alabilirdi artık. Toplantı bir süre daha devam etti. Bundan sonraki adımların, önlemlerin, erken bildirimlerin hassasiyeti üzerinde duruldu.
Bir türlü şu toplantılardan sağ salim çıkamıyordu. En hazır olduğu zamanlarda, birkaç adım önde olduğu durumlarda bile yenik ayrılıyordu sahadan. Masada kazanmak başka bir maharetti. Ağzı laf yapan, son dakika gollerini atabilen insanlar bu maharetleri ile para kazanıyorlardı. Böyle goller hep ofsayttandı. Lakin skorborda yansıyordu. Gerçek bu idi.
Toplantı bitti. O’nun haricinde herkes neşelenmişti. Katılımcılar birbirlerine şakalar yaparak, çalışanlardan kimi çay almaya kimi sigara molasına gitti. Bir tek O masasına dönüp bir an evvel çalışmaya başlamak zorundaydı sanki. Kâzım’la Kâmil Bey birkaç dakika sonra çıktılar. Kâzım’la göz göze geldiler. ‘Senin yüzünden gol yedik yine’ bakışıydı bu. Kâzım hatalı gol yiyen kalecinin kalesinden topu alıp santraya giden kaptan edasıyla masaya yaklaştı. “İyi misin?” dedi. “İyiyim. Sabah biraz başım ağrıyordu. Biraz da kırgınlık vardı. Toparlarım şimdi” diyerek karşılık verdi. Hemen ilgili e-postayı açtı. Gelen bilgiler eksikti. Bu bilgilerle devam etmenin bazı sakıncaları vardı. Daha çok zaman kaybedecek bir duruma sokabilirdi projeyi. Hemen Kâzım’ın yanına koştu. Durumu anlattı. Kâzım başını çevirmeden: “Her neyse… Olan oldu zaten” dedi. Bir koşu Sevda Hanımın masasına gitti. Sevda Hanımla Kâmil Bey bir şeyler konuşup gülüşüyordu. Yanlarına yaklaştı. Söyleyeceklerini Kâmil Bey de duysun istiyordu ama Kâmil Bey yüzündeki gevşemeleri, Sevda Hanımın gözlerinde bırakarak ayrıldı oradan. Sevda Hanım: “Acil değilse sonra konuşalım mı? Başka bir toplantıya girmem lazım” dedi. Bunun üzerine masasına dönüp durumu açıklayan e-posta gönderdi ilgili kişilere. ‘Araştırıp size döneceğiz’ karşılığı geldi.
Bu kadar basitti işte. İş olağan akışına dönmüştü. Kara bulutlar yağmuru boşaltmışlar tekrar toplanmak üzere dağılıyorlardı.
Öğle vakti yaklaşıyordu. Öğlen nereye, kiminle gidecekti? Ne yiyecekti? Oldu olacak şu yemek sorununu da çözselerdi ya! Bir hapla günlük besin ihtiyacı karşılanamıyor muydu? Ne büyük zaman tasarrufu olurdu. Yemeğe harcanan zaman, tuvalete harcanan zaman, gidip gelmeler…
Yemeğe gitti geldi. Tuvalete girdi çıktı. Çay aldı içti. Pencereden baktı oturdu. Biriken işleri yaptı bitirdi. Bir ara kimlerin terfi, kimlerin prim alacağını düşündü. Kendisinin nelerle suçlanacağını düşündü. İşine son verilme ihtimalini koydu masaya. Bunu yapmazlardı. Kendince düzgün iş yapan ama memnun olunmayan bir çalışandı. Diken üstünde, garantisi olmayan pozisyonda tutulması gerekenlerden. O’nun yaptığı işlere ihtiyaç vardı. Bu plazalarda iki canlı türü yaşıyordu: iş yapanlar ve iş yaparmış gibi yapanlar… Geri kalanlar ölüyordu. C şıkkı daha cazipti esasen ama O, A şıkkını işaretleyip konuyu kapattı.
Akşam olmuş, paydos zamanı gelmişti. Arı oyunu başladı. Kovan boşalıyordu. Vızlayarak çıkıyordu arılar. Bazı tembel arılar kovanda kalmayı tercih ediyorlardı. Bal arıları, nektarı doğada toplayıp kovanda bala dönüştürüyordu. Oysa buradakiler nektarı kovanda arıyordu. Üstelik herkes kendi hesabına bir şeyler yapıyordu. Bunlar asla bal üretemezlerdi.
Geldiği yolları geri tepti. Bütün gün sırtında taş taşımış gibi yorgun, eve yıkıldı. Yemek yedi. Uzandı. Sabahı düşünmeye başladı ve aynı soruyu tekrar sordu: “Yarın işe gitmeyiversem olmaz mı?”
Yazan: Nusret Üskül
Sayı: 39
Hikâye denen düşünme formunun kendine has mekaniğini sezebildiğimiz bir yazı. Deleuze’ce soylersek, öyküsel düşünmenin. Bir sonraki öykünün neye benzeyeceğini şimdiden merak ediyorum. Tebrikler.