“Bazen çok korkuyorum
ama bu aslanlarımı açıklamama engel olmuyor.”*
Gece, üstündeki siyahı yaka paça dökmekteyken baştan aşağı, ansızın uyanıverdi. Gözlerini açtığında, içini titreten müphem bir ürperinin taze kokusu genizini yakmaktaydı. Etrafındaki boşluğa boş boş bakındı bir süre. Müthiş bir ağrıya saplanmıştı boynu birdenbire. Bir ağrı kesici için yatağından kalkmaya hazırlanırken, boşluğa kayıp giden gözlerinin feri, canlanıverdi bir hayal ile. Aklına takılmıştı yine. O. Mütemadiyen aklındaydı ve her daim uzağındaydı.
İşin aslı uzunca bir süre geçmişti hani, yüreğindeki kayıp ezgileri ona hatırlatan bu hayalin ufkunda belirmesine. Kimbilir, ne kadar önceydi, bütün bütün o hummalı titreme nöbetleri. Şu sıralar ise pek münasip hissiyatlarla haşır neşir değildi. Bitmek bilmeyen yaşam savaşının içinde rehnedilmiş kaygılarla dolup taşmıştı. Dert işte, her yeni doğan günde katmerleşerek sokulurdu yanına. Başı biraz sıkışıktı, borçları ise omuzundaki yükü ve kafasındaki kiri unutturup vurduğu kamçılarla sahip olduğu endişeleri çarpıyordu yüzüne. Ne yöne baksa dağ gören bir eşkiya menzilindeydi, namlusu hedefsiz, zemheri ortasında kalakalmış. Daha başka onca şey işte…
Ne düşünmeliydi, ya da ne istemeli, bilemiyordu. Gözlerini odanın ıssızlığında gezdirirken, yalnızlığı, zifiri bir kasvetle direncini çökertiyordu. Bir süre daha devam etti. Susmaya ve karanlığı seyretmeye. En son nerede kalmıştı acaba, hangi seçimiyle böylesi köhne uzaklıklara sürüklenmişti. Cevap bulamıyordu. Sustukça soruları ard arda geliyordu fakat her soru sadece sessizliğini sağlamlaştırmaktaydı, çünkü karanlık kendine çok çabuk alıştırmaktaydı.
Bir bardak su içtikten sonra odasına döndü. Uykunun kendisini terkettiğinden bihaber değildi yine de yatmaya niyetlendi. Bir süre uyumaya uğraşsa da çaresiz tekrar doğruldu. Yastığını duvar ile sırtı arasına dayayıp sağa sola volta atan bakışlarıyla beklemeye koyuldu. Soğuğu hissediyordu, halbuki yastığın duvarla arasına set çekmesi gerekmiyor muydu? Acaba eksik olan şey yattığı odada mıydı yahut yüzleşmesi gereken bir şey apaçık gizemiyle bir yerlere mi gizlenmişti. Hayır, sessizlik beklemekle kaybolmuyordu. Bu nafile bekleyişleri ise, nefes alışlarına hiçbir anlam yüklemiyordu. Cevap bulamadığı her soruyla öfkesi, umarsız bir dinginliğe boyun eğiyordu. Beynindeki karmaşık karartılar, onu patinaj yapmaktan öteye götüremiyordu. Öyleyse niye bu saatte bütün şehir gibi uyuyamıyordu. Korkuyordu sonra, biliyordu ki bu uykusuz saatler, gün ağardığında karşısına dikilerek onu an be an pişman edecekti. Bir kere daha lanet okuyacaktı, aklını yiyip bitiren bu çelmelere. Ama en çok zoruna giden yaşadığı bu muaammaydı. Kafasını karıştıran hiçbir şey olmadığı halde, niye bir türlü odaklanamıyordu? Algısını kör eden boş bakışlarıyla sadece boşa kürek çekiyordu. Yoksa yardım edecek kimse yok muydu? Mesela duvar, iliklerine kadar nüfuz eden soğuğuyla varlığını belli edeceğine, pamuk gibi yumuşak bir narinlikle yüreğini okşasaydı ya. Kimsesiz kalmak istemiyordu, böylesi yalnızlık canını çok yakıyordu.
Bir müddet sonra sessizliğindeki çıkmaz, cevaba olan açlığını, yokuş aşağı yuvarlanan bir tekerlek misali kendinden uzaklaştırdı. Silkelenip kendine gelmek için, bir çıkış yolu ararken midesi en ön sıraya atılıverdi. Aç olduğuna inandıkça, yatağından kalkması kolaylaştı. Karnını acıktırınca epey, silinip gidiverdi aklından her şey.
Gecenin kör vakti demeyip aldırmadı, soluğu bir çırpıda mutfakta aldı. Soğanları doğrarken yaşaran gözleri, kesme tahtasına düşüyordu kesik kesik. Sahi en son ne zaman ağlamıştı? Tencereye koyduğunda patatesle soğanı, yavaş yavaş kapandı şefkate olanca iştahı. Ocağı yaktığında, kontrolünü kaybetmek üzereydi, parmaklarını ateşe yaklaştırır gibi oldu gayri ihtiyari. Beklemeye gelmezdi ama, soğanlar yanabilirdi. Elini tahta kaşığa götürdüğünde, bir an mutfağı yerle bir etmek istedi her zerresiyle. Patateslerin pişen taraflarını çevirirken kendine geldi. Öfke, ne vakit imdadına yetişmişti ki? Şükür, tencereyi kapattıktan sonra ortaya çıkan buhar, sanrısını dindirebilmişti. Yemeği hazırlayıp da oturduğunda sofraya, varla yok arası bu içtenliğinden tiksindi lokma lokma. Çok geçmeden yemeğini bitirmişti. Dinlendiğini hissediyordu şimdi, dinledikçe iç seslerini. Doymuş muydu peki?
Canına ot tıkayan samimiyetsizliği, gözü pek adımlarıyla yeniden mücadeleye başladı. Onlar çarpışırken az öteye kaçıldı. Sigaradaki dumanın sarhoşluğunda anladı. Tok karnına hıçkıramıyordu.
Biraz sonra med cezir misali, içindeki yavan dürtüler yerine çekildi. Rüzgar tekrardan esmeye başlıyordu, git gide artan bir mahcubiyetle. Mutfaktaki cümbüşün kuru gürültüsü ise,kapanan ışıklarla kesilmişti. Midesindeki şişlik, kendine olan nefreti çoğaltmaya yetmişti. Perişan bir vaziyette duyduğu tiksinti onu az sonra kendine getirecekti.
Şimdiyse tanıdık bir sancı yumağı, evvela karnından yakalamıştı. Evet tanıdıktı, bu his ona çok yakındı. Bilhassa gündüzleri, dünyasındaki insanları, etraflıca yalnızlıklarını göz ucuyla süzer ve meramını doyuracak bir kapı bulamazdı. Dünyayı koca bir amfi gibi görür ve daha iyi rol yapanın fazla alkış kapmasını garipserdi. Yine de asıl derdi, kendisiydi. İyi rol kesenlerden değildi, ne var ki kendi gibi olmaktan da hayli acizdi. Çaresiz, maskesine büründürdüğü dilsizliği ile, kalabalıklara karışıp giderdi. Şimdiki gibi, karanlığın üstünü yorganla kapatamadığı böylesi gecelerde ise gerçekliğine dönüverirdi, ha bire yenilmekteydi.
Tüm gün boyunca yaşadıkları, amansız mesai saatleri, metrodaki körkütük koltuk kapışmaları, ve türdeşlerinin doyumsuz hezeyanına teslim olmuş şehrin bir türlü bitmeyen koşuşturmacası, sade bir tebessümle, yalnızca başını öne eğdirirdi. Elemi şiddetlenir, suyu çekilen kuyuya dönerdi uçsuz bucaksız hevesi. Kağıttan yapılmış bir uçak gibiydi koca günü, havalanmasıyla yere düşmesi bir olurdu. Evden çıktığındaki zil zurna arayışları, akşam olup da geri geldiğinde, yerini sorgusuz bir boyunduruğa bırakmış olurdu. Tesellisi olmayan, kalbe dokunmayan ve silinip giden, biçimsiz bir rüya misali. Karnındaki saplantıyla işte bu ağrıyı anımsadı. Ciddi kalamıyordu.
Odasına geri döndüğünde ışıkları yakmaktan vazgeçti. İşte şimdi yalnızlığı, sonunda ferahlık hissi veren bir teselliye dönmeye başlamıştı. Gözbebekleri karanlığa az zaman sonra alışır ve etrafındakileri daha net görmeye başlar. Fakat o an başkaydı, gözleri sesi soluğu kesilen bir ölü gibi donuklaşmış ve içine girdiği ince pikede mırıldanmaya başlamıştı.
Ah tek bir saniye gözüm gözünüzde kaybolsa, bu hülyada var olsam bir kere de sonra yine en dipsiz kuyulara atılsam. Derunumdaki siz, avucumdaki hiçliğe yenik düşmezdi o vakit. Siz her gelmeyişinizde ben o kadar kaçar gibi oluyorum güzelliğinizden. Evet öyle güzelsiniz ki… Şimdiye değin gördüklerim bir kenara, görmediklerimden bile daha güzelsiniz. Tek bir kez göz göze gelsek, acaba sessizlik nedir bilir miydim yanınızda. Ağzımı açtığım gibi, bir an takılır mıydı ayağı dilimin. Özür dilerim, yalan söyledim. Konuşamam, yapamam ki, utanırım…
Sustu tekrardan. Boşluğa öylesine aşinaydı ki artık gözleri, boşluktaki boşluklara vakıf olmaya başladı. Sebepsiz bir tebessümle, hafif nemli gözleriyle ve daha çok yüreğinden gelen kaçıp gitme isteğiyle yoğuruyordu suskunluğunu. Uzaktı. Aldığı nefes üzerine yeminler edecek kadar da emin. Çok uzaktı. Lakin yılmadı bu gerçeklikten, biliyordu umut vardı. Damarlarında akıp giden kandan daha çok ona muhtaçtı.
Artık vazgeçtim kaçmaktan. Çok çabaladım doğrusu, arkama bile bakmadan uzaklaşmayı. Yapamadım lakin. Ve sonra, şimdi ki gibi her gece nöbetimde, ve sonra, arkamı dönüp de bir arpa boyu etmeyen yola her baktığımda, umutsuz bir iklimde bocalayan rezil adımlarımı gördüm. Evet çok kez kaçtım, çoğu kereler yok saydım. Kabımı nefretle doldurarak çıktım her yeni güne. Fakat mukadderat, en cilveli nükteleriyle yolumu Siz’e çıkardı.
Bir gün. Ümit kesem yokluktan küflenmek üzereyken, metro rayının ortasından çıkıp yeşeren bir çiçek, bana umudun kol gezdiği alemde, payıma düşeni almadan kaçamayacağımı fark ettirdi. Kendimi çok özel hissettim doğrusu. Sonra başka bir gün, sağa sola saçmak üzere, ağız dolusu körkütük şikayetleri göğsümde toplayacakken, içi gazoz dolu bir kaseye ekmek doğrayıp yiyen ameleler gördüm. Bitkinliklerinden hiç de gocunmadan yaptıkları bu amel, tüm ezberimi allak bullak etti. Anladım ki insanın zenginliği, bir ölçüde yoksunluğundan geçmekteymiş. Yokluğunuzla yoksun kalmak da, içimdeki arzunun yeşerip filiz vermesinin yegane sebebiymiş. Meğerse bunca yıllık mahrumiyetim, aşkımı aheste aheste demlemekteymiş. Heyhat! Yine de kar etmedi, içindeki rutubete yenik düşmüş kalbim hakikate kulak vermedi. Taş olsa da kuruyup kalsa keşke!
Yine kablolar yanıverdi, şehrin tüm ışıkları gidiverdi ve güneş yüzünü öte yanlara çeviriverdi.
Öfke… Küçük bir el bombasıyla, bütün bir karargah infilak edilmişti sanki. Uçuverdi tüm içtenliği. Öfke… Tesiri kuvvetli bir ilaçken, ruhu körelten bir zehire evrildi. Damağındaki tad, bölük pörçük bir halde dağılıverdi. Öfke… Yoksa gece, hep karanlığı mı doldurmakta yüreklerimize?
Hızlıca kendini banyoya atıverdi. Zıvanadan çıkmış asabiyetini, ayna karşısında paralamak istedi. Ardından, bir söz yüzüne soğuk soğuk çarptı da ayıldı. O an, bir kaç damla yaş yanaklarını usul usul ıslatırken, şakakları nazlı nazlı terlemeye başladı. Yüzünde hoş bir eda bırakan tebessümü, mahcubiyetini açığa vuruyor, suretine fazla gelen çoşku, kan akışını hızlandırıyordu. Yatağına dönmesi ani oldu.
Özür dilerim! Sesimi yükseltir gibi oldum sizi düşünürken! Bir de bu var gerçi. Bildim bileli kendimi, karşısında duramadığım bu küfür hali. Evet, küfür. Ritmini yitirmiş kalbimin kof tiryakiliği. Adım adım peşime dadandıkça o, Siz’e uzak kalan uzaklıklarım daha çok ürkütüyor beni. Yokluğunuzun hissi, yüreğimi kaygılandırdı yine. Boğazımdaki yumru… Su içtikçe kördüğüme dönüyor, yutkunamıyorum.
Ne söylese kar etmeyecek gibiydi. Karşı koyamıyordu, debelendikçe daha da irtifa kaybediyordu. Aşina olduğu bu hafakan saatleri, zelzele hükmünde sarsmaya başlamıştı çoktan yüreğini. Tavanındaki siyahlıktan bir bir kayıyordu umutları. Medet umduğu hülya denizinde hızlıca batarak nefessiz kalıyordu.
EYVAHLAR OLSUN! Ya gelmesseniz.
Tamam bildim, galiba gelmeyeceksiniz. Ama Siz gelmesseniz, çocukluktaki kahramanıma yazıp da okutamadığım öykülerim çıkar su yüzüne. Hep bir yani eksik, hangi köşesinden tutsam elimde kalan yazık bir hiçlik. Ama Siz gelmesseniz, ay başındaki maaş beklentisi takılır hatırıma. Sıkmaktan sıkıldığım dişlerimin ağrısı, ay ortası sancılarıma hemhal olan sabrımı, tekme tokat dışarı atar. Hem ne zaman yoksunuz, o vakit, mavi önlüğümle yediğim dayakların sarsıntısı gelir gözlerimin önüne. Eve gidip uyumak, hiçbir gerçeği silip atmazdı. Tamam bildim, galiba gelmeyeceksiniz. Korkarım ki misafirperverliğime bakılırsa gelecek gibi de değilsiniz. Hani lütfedip kendinizce teşrif etseniz.
Bir süre öylece donup kaldı kalbi. Afallamış bir vaziyette ne kadar duraksamıştı kimbilir. Neden sonra beklenmedik bir curcuna odayı dört koldan fethetmeye hazırlanmıştı. Az evvel her hücresine sirayet eden karıncalanma defolup gitmiş, baktığı her yeri ışıl ışıl parlatan bir yaşam belirtisi peyda olmuştu. Hatırlamıştı, bir kez daha. Umut yok değildi, kazanmaksa en çok yenilmekle gelirdi. Yeter ki istemekten hiç vazgeçmesindi.
Hafifçe uyuşan kulaklarından kalbine dokunan bir yankı duymaya başladı. Hayır! Gece çıkarmak üzereyken siyahını, bu sefer onu elleri boş uğurlamayacaktı. Çünkü yine aynı söz bağrını yırtarcasına genişletmekteydi. İşte o söz, parmak uçlarındaki yaşını belli eden çizgilerden başlayarak titretti onu. İşte o söz, hayatını turnusol kağıdına yansıtılmış film şeridine çevirdi. Neye bulanırsa onun rengini alan, koca koca kirleriyse hiç gözden kaçmayan. Bir kere daha aynı içtenlikle fakat iyilikten avuç avuç yoksun benliğiyle hissetmeye başladı O’nu.
Siz. Evet Siz. Sadece Siz değil belki fakat en çok Siz. Bir çocuğun pudinge açlığı neyse, öyle doyumsuz bir iştahla anıyorum Siz’i. Ama çocuk yüreğim çabucak zayıf düşüyor. Yaşlı bir kanser hastası için, içten bir gülücük ne kadar hayatiyse, öylesine mecburum ben de bu muhabbete. Korkuyorum üstelik. Derdim şikayet değil ancak çok yoruldum, adınıza her telden ayrı bir melodi çalınmasına. Oysa ben başka biri gibi davranmak istemiyorum. Onlar gibi olmayan kendimi, başka bir şeye yamayarak Siz’e yanaşmak istemiyorum. Kapı kapı aramaktan usandığım kendimi Siz’le bulabilmek, içimdeki öze Siz’le kavuşabilmek istiyorum. Her kafadan çıkan ümit karartıcı bu seslere maruz kaldıkça sadece susuyorum. Ve hiddetlenen yalnızlığım körleştirdikçe beni, damağım kuruyor da çok susuyorum.
Öylece kalakalmak, susarak zamanı dondurmak istedi. Hiç değilse birkaç yüzyıl bu taptaze çoşku selinin sarhoşluğuyla sızıp kalmak arzusu taşıyordu. Odayı boydan boya aydınlatacak Güneş ise, birazdan kapısını çalmak üzereydi. Güneşin tüm dekorları değiştirecek kudretinden çekinince, rüyasına uykusunda devam etmeye niyetlendi.
Yastığa yatırdığında sağ yanını, anzızın küçük bir şiir tohum verdi, kalbinden çıkaramadığı çıkmazlarında. Asitlice yakıp yıktı karartılarını, anlam vermek bir yana, çok çok şaşırdı buna. Gerçekti yine de, esaslı sebepsizliği, esrarlı bir tecelliye gark olmuştu işte. Bu sözlerin kalbinden diline doğru kanatlanması ise çok sürmeyecekti. Hiçbir şey olmayacak gibi değildi, bu gerçekliğe günden güne daha çok iman etmekteydi. Çünkü mucize hayatın ta kendisiydi.
***
Puslu bir keşmekeş
Sus pus ederek kemirir beynimi
Ve kerpetence sıkar
Durmaksızın yalpalayan bedenimi
O parası geçmeyen sahiplere
‘Bir gün!’ ümidiyle merhaba
Ah! İlelebet saadet ve erinç
Kıtmir kadar değerim olsa
Adım kaybolsun istemiyorum
İçi boş kuytularda
Naçar kaldım, sefil düştüm
Çaremin çaresi, imdadım sana
Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim.
Hadis-i Şerif
*Ah Muhsin Ünlü / Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik Yaklaşıyoruz Birbirimize
Yazan: Özgür Andaç
Selam olsun aynı derdi taşıyana
Ve kelam
Yakin eylesin Hakk’ı arayana