Yağmuru içimde, ta iliklerimde hissettiğim ilk an ne zamandı, hep merak etmiştim. Bir kavga sonrası dayağını yiyip evden atılan annemin kucağındaykendi belki de kim bilir… Ya da çatısı naylonla kaplı evin içine giren yağmur damlaları ıslatmıştı belki de. Yine de her zaman sığınabileceğim tek şey yağmur olmuştu. Bazen saçımdan süzülen damlalara sığınmıştım. Bazen de oluşan, yağmur sonrası kokuya.
Annem gibi kokmuyordu biliyorum. Ama babamın kanlı elleri gibi de kokmuyordu en azından. Boğazıma sarılıp beni de öldürmeye çalışan kanlı elleri gibi…
Her bir yağmur damlası yine o anları zihnime bir bir düşürmekten geri durmadı.
“Baba, bak! Karnemin hepsi pekiyi!”
O gün, yanaklarım ağrırcasına güldüğüm son gündü. Öğretmenim beni herkesin içinde övmüştü. Herkes beni tebrik etmişti. Annem benim için hediye olarak en sevdiğim keki pişirmişti. Nasıl mutlu olmazdım ki? Akşama kadar uçurtmuştum babaannemin aldığı uçurtmayı. Rüzgârı hissetmiştim, yaşamıştım. Çiçek kokularının burnumda yarattığı hissi hala hatırlar gibiyim. Akşama doğru bastıran yağmurla eve dönmek zorunda kalmıştım. O zamanlar sığınabileceğim bir annem olduğu için yağmuru dost edinmemiştim daha. Eve geldiğim zaman da soluğu babamın yanında almıştım. Daha küçük olduğum için babamın elinde ne zaman o sıvıyı görsem annem ‘ayran o’ derdi. Başka evlerde yapılan ayranlar kötü kokmazken bizimki niye böylesine ağır kokuyor diye düşünürdüm hep. Bir sonuca varamazdım.
Yine ayran (!) vardı babamın elinde. Bu denli mutlu olmasam yanına yaklaşmazdım bile. Ama o da sevinsin istemiştim.
“Banane lan pekiyiyse! Para mı veriyorlar sanki şu kâğıt parçasına?”
Aldığım cevap yeterdi üzülmeme, kırılmama. Bir de üstüne karnemi yırtmasına gerek yoktu ki? Benim içim paramparça olmuştu. Asıl mutlu olmasını istediğim kişi mutlu değilken ne anlamı vardı ki başarımın? Ellerindeki köpüğü mutfak önlüğüne silerek geldi annem sonra. Ben dalmış bir şekilde baktığım yırtık kâğıt parçalarından başımı kaldırdığım an fark ettim onu. Önce bana ilişti gözleri. Şöylece hızlı hızlı bir baktı bana. Sanki bir yerime bir şey olmuş mu diye kontrol edercesine…
Sonra yanağımdaki damlalara kaydı gözleri. Her zamanki gibi beni kollarına alıp, buz gibi mutfakta kollarıyla ısıtacağını düşünüp ona doğru hareket ettim. Ama onu ilk kez böyle görüyordum. Delirmiş gibi babama bağırıp çağırmaya başladı. Babam beklemediğim bir şekilde sakindi. O sakin oldukça annem daha da bağırmaya, etrafa bir şeyler fırlatmaya başladı. Sanki on üç yıllık evliliğinin acısını çıkartıyordu. Onu tutup sakinleştirmek istedim. Ama sanki o annem değildi. Sımsıkı sardığım kollarımdan kurtulmaya çalışırken canımı ne denli acıttığının farkında değildi. Acıyı düşünmemeye çalıştım. Benim küçük bedenimi hızla savurduğunda bardağa çarpan kaşımın ne kadar sızladığını hissetmemeye çalıştım.
Akan kan ağzıma girmesin diye çığlıklarım da sustu bir süre sonra. Babam hâlâ tek bir harekette bulunmadan sofrayı izliyordu. Ben bir köşede ağlıyordum. Kan vardı her yerde, çok kan. Yüzümde, kıyafetlerimde, karnemin parçalarında…
Annem odalarına girip kapıyı kilitlediğinde hemen kapıya koştum. Açması için kaç dakika ya da saat yalvardığımı hatırlamıyorum. Bir ara başımın dönmesine dayanamayıp yumduğum gözlerim ne kadar kapalı kaldı bilemem. Beni o rahatsız uykudan kaldıran, babamın kocaman elleri oldu. Yakamı saran elleri, daha önce başımı okşamak için hiç uzanmamıştı bana. Kulaklarımdan asla silinmeyecek sözleri bağırmaya başladı suratıma.
“Annen senin yüzünden öldü!”
“Annen senin yüzünden öldü!”
“Senin yüzünden!”
“Öldü!”
Az önce hıçkıra hıçkıra ağlayan ben, tek gözyaşı dahi akıtamıyordum. Anneler çocuklarından önce ölür müydü ki? Bunu düşünüyordum sadece.
Babam beni ileri geri sallarken kapıdan tarafa doğru döndü gözüm. Öne çekilme; babamın ağlamaktan kızarmış gözleri. İleri itilme; yukarı asılmış beden.
Bir ileri bir geri sallanırken bu iki görüntüyü defalarca kez izledim. O gün on iki yaşımda olmamın hiçbir anlamı kalmamıştı. Elinde küçüklük fotoğrafımla cansız bedenini seyrettiğim annem bir anda büyütmüştü beni.
Yaptığı onca eziyete rağmen ağlamaktan harap olmuş, evi yakıp yıkan babam büyütmüştü beni. Hâlâ ağlamamıştım. Ağlayamamıştım. Babamın beni bırakmasını fırsat bilip o odaya girdim. Yavaş bir ritimle sallanıyordu. Yere düşmüş kâğıdı aldım avuçlarıma. Buruşmuştu. Babamın ellerinde.
Yazdığı onca satırda sadece bana olan sevgisinden bahsetmişti. Nefretle dahi olsa anmamıştı babamı. Kalemine yakıştırmamıştı belki de ruhunu kirleten adamı… Onlarca kez özür dilemişti benden. Dayanamadığını söylemişti. Tekrar tekrar yazmıştı bunları. Yazdıklarının tek bir harfi bile ilişmemişti babama…
Kâğıdı usulca katlayıp cebime koydum. Annemin bacaklarına sarıldım sonra. Çamaşır suyu kokan eteğine gömdüm başımı. Orda o kadar uzun süre öyle bekledim ki…
Birisi beni çekmeye çalışınca yorgunluktan yere yığıldım kaldım. Sonra kim olduğunu bilmediğim yüzlerce kişi gelip sarıldı bana. Annemin haykırışlarını duyup gelmeleri için ölüm çığlığı gerekiyormuş demek ki dedim kendime.
Başımı okşadılar. Bomboş bakan gözlerimle göz teması kurmaya çalıştılar.
Bir anda çat diye açılan kapıyla beni daha çok sinesine çekti yanında oturduğum kişi. Ama babamın ellerinin boğazıma sarılmasına engel olamadı kimse. Buna da bir tepki veremedim. Annemi görecektim belki de işin sonunda. Neden ses çıkaracaktım ki? Güç bela beni kurtardıklarında babam yere yıkılıp titremeye başlamıştı. Oradaki birkaç kişiyle beraber hastaneye götürdük onu. Beni kolumdan tutup arabaya bindiren kişi olmasaydı gitmek gibi bir niyetim yoktu aslında. Kapıdan çıkarken ucu bana değen acı dolu bakışlara çarptı gözüm. Umursayamadım. Hissizleşmiştim.
Hastane odasının önünde beklerken bir hemşire benimle ilgilenmek istedi, kaşıma pansuman yapmak için. Ona şiddetle karşı çıktım. Annemden bir iz taşımak, belki onu her daim hatırlamamı sağlardı. Kaşımın hemen kenarında derince bir iz… Ne zaman aynaya baksam annemi hatırlamamı sağlayacak bir iz…
Saatlerce bekledik orada.
Onca samimiyetsiz sarılıştan sonra şimdi babaannemin kollarında olmak az da olsa bana huzur vermişti. Ameliyathaneden çıkan doktorun acelesi vardı. Öyle ki oradaki küçücük benim olduğumu görmeyerek babamın ölüm haberini pat diye duymama sebep oldu. İçki komasından öldüğünü söylemişti. O gün ayran değil de içki olduğunu birilerinden duyduğum ilk gündü. Ona hiç yakıştıramazdım ki gözümde. Sebebini önemsemedim. Duymazdan geldim. Öldüğüne odaklandım sadece. Öldü…
Kimsesiz kalmak hiçbir zaman aklıma gelmemişti. O gün burnumda çamaşır suyu kokusu, damağımda annemin kekinden kalan tarçın tadıyla büyüdüm, büyüdüm.
Babamın cenazesinde kimse yoktu. Arkadaşım diye diye uğruna öldüğü, bizi hiçe saydığı kimseler yoktu mesela. Cenazesini toprağa verirken annemin yanına gömmeyin diye bağırdığımı kimse duymadı. Duyduysa da umursamadı. Annem sırf ondan kurtulmak için beni Ben’siz bırakmıştı. Şimdi yanına gömerlerse nasıl dayanırdı o? Yanında ben de yoktum şimdi üstelik. Onlar babamı mezara koydu, ben de annemin yağmurdan çamurlanmış toprağına sarılıp özürler diledim. Babamı ondan uzak tutamadığım için. Ağzıma dolan topraklarda bile sanki tarçın tadı vardı. Annemin ölümünden beri giyindiğim tepkisizlik örtüsü bedenimden düşmüştü. Hıçkırıklarım birbirini takip etti. Boğazımdan önce kim çıkacak yarışı yaptı sanki. Ağlarken bedenimin uyuştuğunu hissettim. Gerisi karanlık…
Gözlerimi güçlükle açabildiğimde bedenim kıpırdatamayacağım kadar yorgundu. Bir süre aklımdan geçen her düşünceyi uzun uzun aklımda tarttım. Eski tepkisizliğim geri gelmişti üstüme. Ağlamak, ağlamak, gözlerimden dökülebilecek tüm yaşları dökmek istiyordum. Her istediğimin olmayacağını öğreneli fazla saat de geçmemişti hâlbuki…
Bakışlarımı etrafa çevirdim. Hayatımı geçirdiğim onca eski eşyaların küf kokan duvarların aksine her yönüyle pahalıyım diye haykıran eşyalar doldurdu gözlerimi.
İçeriye giren rüzgâr, odaya sıkılmış hafif çiçek kokusuyla fazlasıyla ferah bir ortamdı. Aklımı alıp başka yerlere götürecek kadar da değildi elbet. İçeriye giren kadınla yattığım yerden doğruldum.
Yüzündeki donuk ifade, alışkın olduğum cinsten değildi. Hüzün, mutluluk, öfke; yüzünün tek santimine dahi uğramamıştı.
“Anneanneniz sizi bekliyor efendim, buyurun.”
Karşısına ilk çıkışım olacaktı. Beni daha önce görmeye tenezzül bile etmeyen bir insanın ayağına çağrılmak da fazlasıyla gülünç bir durumdu. Belki de bağırıp çağırmam lazımdı. Bu güzelim odayı dağıtmam lazımdı. Hiçbir şey yapmadan açılan kapıdan usulca çıktım. Ayaklarımın parke zeminde çıkardığı ufacık ses, kulaklarımda büyüdü, büyüdü…
Genişçe koltukların birinde oturmuş, geldiğimiz tarafa bakan hafif yaşlı kadın gözüme hiçbir yerden tanıdık gelmemişti. Hoş, nerden tanıdık gelecekti ki zaten?
Yabancılığımı umursamadım, geçip yanına oturdum. Yüzündeki ifadeden bu hareketimi beklemediği açıktı. Karşısında ezilip büzülmem gerektiğini mi düşünüyordu yoksa? Saçmalıktı.
Tiz sesiyle attığı kahkaha sadece kulaklarımı tırmalayıp geçti. Annemin hoş tınılı kalbimi sarıp geçen gülüşleriyle hiç alakası yoktu.
Başım öne eğilmedi belki, ama annemin çektiği sıkıntılar bir anda omzuma çökmüştü sanki.
Onca dert çile niyeydi ki sanki? Anneannemin istediği zengin adamla evlenmemek ona bu cezayı mı hak görmüştü? Her şey anlamsız, bir o kadar da saçma gelmişti o an, bunca şatafatın arasındayken.
Annemi sığdıracak tek bir yeri yok muydu?
Etraftaki gösterişli, albenili birçok eşyaya bakmak bile canımı acıtmıştı, annemin öldüğü oda bile küf kokarken.
Benimle hiçbir şey konuşmadı uzun bir süre.
Niye çağırdığını anlayamadığım kadar bir süre geçtiğinde salonu topuklu ayakkabı sesleri doldurdu. Sonrasında da daha önce görmediğim o kişinin gözleriyle kesişti gözlerimiz. Duygusuzluktan uzak ama bir o kadar da samimiyetsiz, kibirli bir gülüş hâkimdi yüzüne. Beni baştan aşağı uzun uzadıya inceledi. Elindeki bardaktan içeceğini yudumlayarak tam önüme geldiğinde, onu görebilmek için başımı yukarı kaldırmak zorunda kalmıştım.
“Bu mu?”
Anneanneme sorduğu sorunun cevabını ben de en az onun kadar merakla bekliyordum.
“Evet hayatım. Senin oğlun. Biraz erken katıldı aramıza gerçi ama.”
Senin oğlun dediği an nasıl bir hızla ona döndüğümü ben bile anlayamadım. Kulaklarımdan bile şüphe ederdim ama annemden nasıl şüphe ederdim?
“Ne? Ne demek oluyor bu? Ne annesi!”
Benden tiksinircesine bir ifadeyle elinin ucuyla kafamı okşadığında hızla başımı çektim ondan. Gözlerimden süzülen yaşlara hâkim olamıyordum. Bildiğim tek gerçeğim annemdi benim. Onun hafızamdan kaybolmasını istemiyordum.
“Anlatsanıza! Yalan desenize, niye susuyorsunuz?”
Beklediğim cevabı vermek yerine ikisi de birbirine bakıp gülmekle yetindi sadece. Yeni gelen genç kadın da yanımda oturuyordu şimdi.
“Yanlış olan bir şey yok tatlım. Adın neydi bu arada?”
Bir yandan da kahvesini içen kadın söylediği her sözden sonra uzunca bir kahkaha atıyordu. Ağlamaktan başka bir şey de yaptığım yoktu zaten ama artık kulaklarım da duymasın istiyordum. Bunca acı, zorluk bir anda yaşanmalı mıydı, bunu bile anlayamamıştım.
Artık daha fazla bir şeyler duymak da inanmak da istemiyordum. Ama sanki beni daha fazla uçuruma sürüklemek istercesine konuşmalarına devam ettiler.
“Baban n’apıyor, hâlâ o kadının boğazını mı besliyor?”
Annemden alelade bir şekilde bahsettikleri an oturduğum yerden fırladım. Elime geçen vazolar bir bir duvarda parçalanırken etrafta artık kahkahaları değil de çığlıkları yankılanıyordu. Kollarımdan hızla çekilirken yüzüme hızla bir tokat indi.
“Bana bak çocuk! Bak şu yüze! Senin şımarıklıklarını çekecek gibi mi duruyor bu yüz? Duy artık gerçekleri. O kadın senin annen falan değildi. Benim senin annen. Ben, ben!”
Yüzümde sızlayan tokadın izini hemen unutmuştum. Daha büyük acılar vardı yüzüme çarpan.
“Benim annem sensen neredeydin bu zamana kadar? Adımı bile bilmiyorsun sen, annem benim için ölümlerden döndü kaç kez!”
Ağlamaktan kızarmış yüzüm bağırmaktan kısılmış sesimle ona haykırıyordum. Anladığını hiç sanmasam da…
“Annen falan değildi o senin anlasana! Baban işleri batırdığında ayrıldık biz. Daha yeni doğmuş falandın herhâlde. Annen dediğin kadın da güya iyilik yapacak ya sana bakmaya başladı. Gerçi niyeti iyilik falan da değilmiş ya sonradan anlaşıldı.”
Asla yakıştırmadım söylediği şeyleri. Ellerimi kulaklarıma kapatıp sesini kesmeye çalıştım.
“Sus artık sus! N’olur sus!”
Ağlaya ağlaya akşamı ettim. Sonra sabahı. Günleri bitirdim, haftaları, yılları. Ağzımdan tek kelime çıkmadan yitirdim zamanlarımı. Şimdi oturduğum kayanın üstünde yağmur sildi gözyaşlarımı. Çıkmayan sesimin, oluşmayan duygularımın bugün cenazesini düzenledim belki de kendimce.
Anneme yakışan bir evlat olacağıma söz verdim yağmurun altında. O eski evimizin küflü odalarını neşeli gülüşlerle dolduracağıma, karanlık bahçesini çiçeklerle benzeteceğime söz verdim. Yağmur bitene kadar hüznümü yaşadım. Bir daha yaşamamak için.
Bu son olsun diye.
Yazan: Hüdanur Yıldırım