Restoranın sigara içilen bölümü her zamankinden kalabalıktı. Havaya bakan dışarı adım atmaya korkuyordu. Yarım saat önce başlayan yağmur dinecek gibi değildi. Cadde dereye dönmüştü. Islanmadık yeri kalmayan birkaç kişi sanki yağmurun keyfini çıkarmaya çalışıyordu. Ne adımlarını hızlandırıyorlar ne de suyu yarara yara ilerleyen araçların boca ettikleri suya aldırıyorlardı.
İşe geç kalma tedirginliğini yaşayanların yüreğinde patlıyordu gök gürültüsü. Durmak bilmeyen şimşekler kafalarının içini korku filmi platosuna çevirmişti. Gerilim bitecek gibi değildi. Kart basma saati yaklaşıyordu. Kesilecek ücretin miktarı değildi dert ettikleri. Girişteki o turnikenin günün birinde açılmama korkusu yok mu!.. İşsiz kalma ihtimali her anlarını zindana çevirmeye yetiyordu.
Restoranın camla ayrılmış yola bakan masalarından en sağdakinde iki kişi oturuyordu; Serap ve Tayfun. Yağmurun dinmesini bekliyorlardı. Serap’ın giyim kuşamındaki, makyajındaki özen hemen fark ediliyordu. Sarıya boyanıp şekil verilmiş saçları gittiği kuaförün ustalık belgesi gibiydi. Tayfun ceketini çıkarıp yanındaki sandalyeye asmıştı. Özel terziye diktirttiği beyaz gömleğin gözler önüne serdiği kaslar düzenli spor yaptığını cümle âleme ilan ediyordu. Gömlek cebinin sağ üst köşesine adı ve soyadının ilk harfleri özenle işlenmişti: T.E. Diğer masalarda oturan tüm kadınlar birer Serap, tüm erkekler birer Tayfun’du.
Masadaki bitmeyecek hissi uyandıran sessizlik yeni filizlenen, henüz itiraf edilememiş aşkın ortaya bırakılmış çığlığıydı. Sessizliği bozan tek konu işyerinde yaşananlardı. Serap, yakında emekliye ayrılacak İnsan Kaymakları Müdürünün yerine geçmeye adaydı. Kendini göreve hazır hissediyordu. Buna rağmen tedirgindi. Genç yaşta finansman müdürlüğüne yükselen Tayfun tecrübenin verdiği rahatlıkla hareket ediyordu. Kartvizitlerin altında ezilen duygular buluşmak için hayli zorlu sınavlara hazırlanıyordu.
Kesilmeyen yağmur kadar uzun süren bedenleri, beyinleri esir alan masadaki seslik bu kez Tayfun’un havaya kalkan sağ eliyle bölündü. Sessizce yükselen o el sanki özgüvenin hükmedici diliydi. Serap irkilmişti. Fakat kendisine ciddiyet katan kontrolünü kaybetmedi. Tayfun avucunu kapadı. İşaret ve orta parmağını kaldırıp hareket ettirdiğinde, garson yanlarına gelmeden ne demek istediği anlamıştı.
Yağmur yavaşlasa da hâlâ dışarı adım atılacak gibi değildi. Sessizliğin itiraf edemediği duyguları ortalık yere saçacağı korkusuna kapılan Serap’ın dilinden ilk aklına gelenler dökülüverdi:
“İşten çıkarmalar devam edecek. (Duraksadı.) Bakalım bu kez kaç kişi gönderilecek! (Yutkundu.) Bu zor görevi bana verdiler. İnsanlara işten çıkarıldıklarını nasıl söylerim!”
“Başka çaren yok. İnsan kaynakları müdürlüğünü istemiyorsan başka.”
“Hem de çok istiyorum. Ama böyle olmak zorunda mıydı?”
“Müdür olmak kolay değil,” dedi Tayfun. Serap’ın gözlerine baktı, yaşlar döküldü dökülecekti. O gözlerin kıyılarını döven sert dalgaları kabartan henüz nasırlaşmamış yürekteki acıyı hafifletmek istedi:
“Ben de üzülüyorum ama başka çare yok. Ciddi finansman sorunları var. Ya bir kısım personeli feda edeceğiz… (sözün gücünü arttırmak için duraksadı) ya da şirketin kapısına kilidi vuracağız. Böyle düşünürsen, vicdan yaparsan müdürlüğün başlamadan biter.”
Gerçeklerin yüzüne vurulmasıyla sarsılan Serap kafasındaki tüm soruları o anda silip attı. Aklıyla savaşan duyguları kalbinin derinliklerine gömüverdi. Yükselişini engelleyecek ne varsa yakında edineceği kartvizitin ağırlığı altında ezildi. Sessizliğe gömüldü. Ne söyleyeceğini bilememenin dilsizliğine teslim etmişti kendini. Oysa yüreğinden taşanları Tayfun’un kalbine taşıyacak köprü olmalıydı dili.
Masanın üstüne çökmüş sessizlikte boğulan Serap’ın imdadına garson yetişti. “Bu sizin az şekerli kahveniz” dedi, fincanı ve su bardağını önüne bıraktı. Acele etmeden masanın karşı tarafında geçti. “Bu da sizin sade kahveniz” dedi, fincanı ve buğulanmış su bardağını özenle Tayfun’un önüne koydu. Gülümseyerek ekledi: “Suyunuz her zamanki gibi, soğuk.” Tayfun gülümseyerek sağ eliyle garsonun sırtına dokundu, teşekkür etti. Çok geçmeden yüklü bahşişi kapacağını bilen garson gülümseyerek uzaklaştı.
Kahveleri yudumlarken neredeyse hiç konuşmadılar. Öğle arasında gürültüyle gelen yağmur masadaki sessizliği bozmaktan korkarcasına usulca çekip gitti. Tayfun saatine baktı, garsona işaret etti. Hazırda bekleyen hesap bekletmeden masadaydı. Tayfun hesabı öderken verdiği bahşişle garsonun beklentisini boşa çıkarmamıştı. Garson da rolünü kusursuz oynuyordu; teşekkür ederken sandalyede asılı ceketi aldı, Tayfun’un giymesine yardım etti. Misafirimiz dediği müşterilere kapıya kadar eşlik etti.
Kaçarcasına dağılan bulutların boşluğunu dolduran güneş su birikintilerine dokundukça ortalığı şenlik alanına çeviriyordu. Nem aniden artmıştı, nefes almak her geçen dakika daha da zorlaşıyordu.
Yağmurun izleri hızla siliniyordu. Sokaklar koşuşturan insanlarla dolmuştu. Serap ve Tayfun aksine geç kalmanın korkusunu unutmuş, öğle tatili yeni başlamış adımlarıyla yürüyorlardı. Dilleri yerine ayakları ağızlarından çıkmayanları anlatıyordu.
Birkaç vitrin ötede içeri girecekleri iş merkezi ağzını açmış avlarını tek tek yutuyordu. Duygularını paydos saatine kadar dışarıda bırakacaklarını bilmenin sıkıntısı yüreklerine çökmüştü. Akıl yine galip gelmişti. Yapmaları gerekeni yapacaklardı.
İş merkezinin çatısından aşağıya gizlenerek inen pvc borunun çıkışı firar edip uzaklara gitmeye çalışanların kurtuluş kapısı gibiydi. Fakat bugün, kaldırıma açılan tünelin ucu, iş merkezinin demirbaşı denilen Dursun tarafından tutulmuştu. Elindeki teli tünele salıyor, sağa sola çeviriyordu. Gelip geçen meraklı gözlere aldırmadan işini yapıyordu. Adım adım yaklaşan Serap ve Tayfun’un farkında değildi. Aralarında birkaç metre kalmıştı.
Dursun alnındaki teri sildi, bir hamle daha yaptı, teli olanca gücüyle iteledi. Önündeki engelin kalmasıyla özgürlüğüne kavuşan yağmur suları Dursun’a doğru saldırıya geçti. Adam kendini güç bela yana attı. Neredeyse Serap’a çarpacaktı. Tayfun, “Biraz dikkat etsene be adam!” dediğinde göz göze geldi iş merkezinin demirbaşıyla. Dursun, adamın yanındaki kadına hava atmak istediğini düşündü. Karşılık vermeden borunun boşalmasını bekledi.
Kaldırım kuş boklarıyla dolmuştu. Kuş tüyleri, kemikler ortalığa dağılmıştı. Borunun hemen önünde duran parçalanmış siyah kanadın dibindeki et parçaları hâlâ kırmızıydı. Dursun umursamadan bakıyordu. Benzer manzarayla defalarca karşılaşmıştı. Onu şaşırtan Serap’ın tepkisiydi.
“Bu ne vahşet! Zavallı hayvana ne olmuş böyle?”
“Bacım ne diye şaştın? Bu binaların tepesinde yaşanan bitmek bilmeyen savaşlardan haberin yok galiba.”
Tayfun kibarlığı bırakıp adamı azarlamaya kalktı: “Ne bacısı! Haddini bileceksin. Bunca zamandır hanımefendi demeyi bile öğrenememişsin.”
Serap, Tayfun’un söylediklerini duymamıştı sanki. Dursun dudaklarında alaycı gülümseme başını salladı sadece. Serap olup bitene anlam veremedi: “Bu nasıl savaş?”
Dursun’un bakışları iş merkezinin camlarını yalayarak göğün maviliğine uzanırken dilinden döküleceklerin girizgâhını yapıyordu adeta: “Yukarıdaki kavga çok kanlı. Yalnız düşenin işi zor. Şanslı olan üç beş tüyünü bırakır. Ya şanssız olan?…” Devamını getirmedi. Gözlerini etrafa saçılmış kemiklere dikti.
Dursun kaldırımı temizlemeye giriştiğinde Serap ve Tayfun hazırladıkları kartlarını kendilerine lütfedip turnikeyi açacak kart okuyucuya uzatıyorlardı. Giriş izni tamamdı. Asansörü kapısı kapanmadan yakalamalıydılar. Koştular. Son anda yetişmişlerdi. Asansör en üst kata ulaştığında indiler. Söylenemeyen duyguları yanlarına alıp gönülsüzce ayrıldılar, odalarına geçtiler.
Aradan iki hafta geçmişti. Yorgun gözlerini ekrandan alan Tayfun koltuğun altındaki kolu çekti, arkalık geriye doğru yattı. Gözlerini kapadı, ellerini başının arkasında kenetledi. Derin düşüncelere daldı. Kafasından geçenleri tahmin etmek zor değildi; onu, Serap’ı düşünüyordu. Artık duygularını açma, aşkını ilan etme vaktinin geldiğine kuşkusu kalmamıştı. Fakat nasıl yapacağını bilemiyordu. Her kapıyı açan kartvizitindeki unvan iş buraya geldiğinde çaresiz kalıyordu.
Gözlerini açtı. Artık vakit kaybetmeye tahammülü kalmamıştı, ne pahasına olursa olsun Serap’la konuşacaktı. Heyecandan kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Sigaradan medet umdu. Ceketin cebinden paketi aldı. Pantolonun cebini yokladı. Çakmak her zamanki yerindeydi. Terasa çıktı. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı yakarken sol elini çakmağa siper etti. Derin bir nefes aldı, dumanı gökyüzüne savurdu. Uzaklarda kara bulutlar kıpır kıpırdı. Ara sıra şimşek çakıyordu. Yağmurun boşalması iş çıkışını beklemeyecek gibiydi.
Tayfun derin hayallere dalmıştı. Sigarayı yarıladığının farkında değildi. Gözleri yakınları değil açılan kapının arkasındaki hayal dünyasını görüyordu. Sayısız kez Tayfun’un Serap’a aşkını ilan edişini izledi kapının bu tarafından. İçeriden yükselen “Artık bu işi uzatma, yüreğini dinle” diyen sesle kapı yüzüne kapandı. Kendine geldi. Cebini yokladı. Telefonu aldı, onu aradı. Aylardır bu anı bekleyen Serap birkaç dakikaya kalmadan elinde kahve kupasıyla terastaydı.
Serap sessizliğin arkasında saklananların ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için kendisinden kaçan Tayfun’un gözlerini yakalamaya çalışıyordu. Umudunu kaybetmeye başladığında kupayı dudaklarına götürdü, kahveden kocaman bir yudum aldı. Uzaklardan gelen gök gürültüsüne karışan sessizlik bitecek gibi değildi. Tayfun sigarasından derin bir nefes çekti. Ciğerlerine çektiği duman değil de sanki cesaret iksiriydi. Aşkını itiraf eden sözcükler Serap’ın gönül süzgecinden geçip arzulanan dile çevrilmişti.
İkisi de rahatlamıştı. Serap önce davrandı, iş çıkışında bir yerlerde oturup bu güzel anı kutlamayı teklif etti. Üstelik kutlamayı hak eden bir haberi vardı. Tayfun’u merakta bırakmadı.
“İnsan Kaynakları Müdürümüz kararını verdi. Gelecek ayın sonunda emekliye ayrılıyor. Yerine benim geçeceğimi bildirdiler,” dedi.
“Demek sonunda beklenen karar çıktı. Desene bu akşam çifte kutlama yapacağız,” dedi Tayfun.
Serap’ın gülümseyen gözleri ağzından dökülecek sözlerin habercisiydi. Fakat martı çığlıkları her şeyin üstünü örtüverdi. Merakla karşıdaki binanın çatısına baktılar. Bacanın üstüne disiplini elden bırakmayan asker gibi dikilmiş martı avaz avaz bağırıyordu. Çanak antenin tepesine tünemiş diğer martı çığlık atarak havalandı. Çatının üstünde daireler çizerek uçuyordu. Henüz uçamayan iki yavru martı hızlı adımlarla bacanın üstündeki martının güven veren gölgesine sığındı. Çatının eğiminden yararlanarak kanat çırpmayı öğreniyorlardı. Son iki gündür arada sırada bir karış havalanıyor, fakat daha ilerisine cesaret edemiyorlardı. Daha yolun başındayken öğrenmişlerdi kendileri bekleyen tehlikeleri. Yavru martılardan bir diğeri tüm bildiklerini unutmuş aksi yönde ilerliyordu. Saçağın ucuna geldi, yağmur oluğunun tepesinde durdu.
Çığlıkları duyan birkaç martı daha katıldı hava savunma gücüne. Martılar sırayla çatının arkasına pike yapmaya başladıklarında telaşın sebebi anlaşıldı. Martıların önlerine kattıkları kargalar sağa sola manevralar yapıyor, ani yükselişler ve inişlerle saldırıları atlatmaya çalışıyorlardı. Kargalar iki bina ötedeki çatıya kondular. Ardı ardına birkaç karga daha yanlarına ilişti. Çok geçmeden kargalardan üçü havalandı. Diğer binaların çatılarına kondular. Gözlerine kestirdikleri avlarını kuşatmışlardı.
Savaşın tarafları uzaktan izlendiklerinin farkında değillerdi. Serap ve Tayfun köşeye çekilmiş mutlu son diliyorlardı. Uzaklarda çakan şimşeklerin ardından duyulan gök gürültüsü yaklaşan yağmuru haber veriyordu. Belki de yaşanacak kanlı savaşın izlerini silmek için ayak sürüyordu kara bulutlar.
Bekleyiş uzun sürmedi. Kargalar farklı yönlerden havalandılar. Saldırı başlamıştı. Kondukları çatılarda savaşı bekleyen martılar hareketlendiler. Kanatlarını açıp havalananlar çok geçmeden kendilerini kanlı savaşın ortasında bulacaklardı. Kimsenin beklemeye niyeti yoktu. Kıyasıya bir savaş başlayıverdi. İki taraf da dişliydi. Akacak kanı hesaplayan yoktu. Martı güçleri ilk saldırıyı püskürtmüş ve kargalardan birini yaralamıştı. Taraflar vazgeçecek gibi değillerdi. Kargalar ardı ardına farklı taktiklerle savaşı kızıştırıyorlardı. Bacadaki martı görev yerini terk etmiyor, yavrulara yanaşacak kargalara karşı son nefer gibi duruyordu.
Savaş oyunları uzadıkça uzamıştı. İki taraf da yara alıyordu. Kargalardan biri öldürücü darbeyi yağmur oluğuna sığınmış yavru martıya yaptı. Artık onun için yapılabilecek bir şey yoktu. Savaşçı martılar yılmadan geride kalan yavruları korumaya çalışıyorlardı. Yeni kayıpları önlemişlerdi. Ganimetle dönen kargalar da gagalarıyla usta vuruşlar yapıyorlardı. Çok geçmeden yavru martıdan geriye sadece tüyleri ve kanlı kanat parçası kalmıştı.
“Yazık oldu yavruya,” derken Serap’ın sesi titriyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. Tayfun onu teselli etmek istedi. Fakat ne diyeceğini bilemiyordu. Sustu. O günü, aniden bastıran yağmurun ardından kaldırıma saçılan son bulmuş hayatlardan kalanları anımsadı. Martı çığlıklarının son bulmasıyla çöken sessizlik ikisini de içine almıştı.
Üzerlerine çullanan sessizliği Serap bozdu: “Bazı şeyleri daha iyi anlıyorum.”
“Ne demeye çalışıyorsun?” dedi Tayfun.
“O görevlinin, Dursun’un ne demek istediğini…”
“Evet, ne kadar da haklıymış yukarıdaki kanlı savaştan bahsederken. Gözümüzün önündeki vahşetten habersiz yaşıyormuşuz. ”
“Sadece gözümüzün önündeki vahşetten değil başka şeylerden de habersizmişiz.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Martıların dayanışmasını görmedin mi? Bir yavruyu kaybettiler. Ama diğerlerini yaşatmayı başardılar. Kulakları tırmalayan çığlıklar acının değil zaferi getirecek dayanışmanın haykırışıymış meğer.”
Sustular. Yavruları ve kahraman martıları seyrettiler. Tayfun’un telefonu çalıp asistanının beklenen misafirlerin geldiğini söylemesiyle gerçek dünyalarına döndüler.
Paydos saati gelmişti. Tayfun ve Serap birlikte çıktılar. Asansörün kapısı giriş katta açıldı. Son görevlerini yapmalıydılar. Boyunlarına astıkları kartı yollarını gözleyen kart okuyucuya uzattılar boyunlarını eğerek. Turnike açıldı. Döner kapıdan dışarı çıkarken yağmur başlamıştı. Şiddetli değildi. Ama ardı yüklü görünüyordu.
Merdivenden ağır adımlarla indiler. Sola döndüklerinde oldukları yere çakılıp kaldılar. İleride bekleşen biri kadın üç kişi sesleri çıkmadan ellerindeki dövizleri yükseltmişler, işlerine geri dönme taleplerini yetkililere duyurmaya çalışıyorlardı. Serap onları tanımıştı. İki gün önce işten çıkış işlemlerini yapmıştı. Kimse fark etmese de çatıdan inen pvc borunun ağzından dökülen yağmur suları usul usul kaldırıma yayılıyordu.
Tayfun ve Serap ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığıyla ne ileri gidebiliyorlardı ne de geri. Arkadan gelen sesle irkildiler: “Hemen dağılın! Bize zorluk çıkartmayın!” Taze sevgililer sanki uyarı kendilerine yapılıyormuş gibi telaşla yolun karşısına geçtiler. Yağmur hızlanmıştı. Üzerinde kanlı savaşın yaşandığı binanın girişine sığındılar. İş merkezinden çıkan mesai arkadaşlarının acemi eylemcilerden kaçarak uzaklaşmalarını izlediler.
Özel güvenlikçiler işine geri dönmek isteyen biri kadın üç kişiyi iteleyerek uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ne çığlık vardı ne de tepelerinde dairler çizerek uçan martılar.
Şimşek gök gürültüsü birbirine karışmıştı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Yol dereye dönmüştü. Yağmur uzun sürmedi. Sığındıkları yerden çıkan Tayfun ile Serap kaldırıma indiklerinde durup karşıya baktılar. Caddeye rehavet çökmüştü. Şaşırtıcı sessizlik kulaklarda çınlıyordu. Otoparka gitmek için karşıya geçtiler.
Çıt çıkarmadan yürüyorlardı. Yan gözle dahi birbirlerine bakmıyorlardı. Tedirgin gözleri aynı noktaya takılmıştı. Ortada ne özel güvenlikçiler görünüyordu ne de işine geri dönmek isteyenler. Kısa süre önce yaşanan gerilimden eser yoktu. Kaldırım kemik parçalarıyla, kuş boklarıyla doluydu. Kemiklere basmadan ilerlediler. Geride ayakkabılarına yapışan kuş boklarını imza gibi bırakırken yüreklerine bulaşanların farkında değillerdi.
Kalemine sağlık. Çok içime işledi. Hele bu ortamda işsiz zor durumdaki insanları düşününce insan kendini çok çaresiz hissediyor. Şu an tek amaç batmadan suyun üstünde kalabilmek ….