Sokağın bir ucunda “buyur” sesi bekliyordu zeytin dalı. Susuzluktan kupkuru hâle gelmiş yapraklarının hışırtısına dayanamıyordu. “Neden bitmiyor bu yol?” serzenişi her yandan yankı bulup geldiği yere doğru geri gidiyordu. Yaprağın yanında sallanan zeytine bakıp artık onun kurtulmasının mümkün olmadığını düşününce bir üzüntü kapladı ruhunu. Kuruyan bedeni, küçük titreme ile bir yaprak daha attı. Yaprak soluksuz, yaprak ürkek ve çaresizce dalına bakıyordu. O götürecekti hepsini yurtlarına. Aniden gelen rüzgârı görmemişti dal, düşüncelerinden daha hızlı olan rüzgâr alıp götürdü yaprağı. Yaprak ardına bile bakamamıştı. 10 yaprak, 1 zeytin ve bir kuru dallardı artık. Yola başladıklarında her şey daha güzeldi oysa ki; umutlarını yitirdikleri an bir çıkmaza saplanmışlar ve yite yite küçücük kalmışlardı.
Dal kararlıydı, kayıp vermek yoktu, gitti bir zeytin bahçesine dayandı. Bir gövde vardı tam karşısında ve tel örgüleri aşıp o gövdede yaşayacaklardı. Umutlandı. Büyük bir makina geldi ve gövdeyi toprağından ayırdı. Zeytin, kuru bir daldı.