Gözlerim aralandı. İlk başta bir evin içinde bulunduğumu fark ettim. Ne zamandan beri buradayım, bilemiyorum. Milyar yıl var, aynı pozisyonda oturmaktan öne doğru hafifçe yıkılmış olduğunu hissettiğim başımı dikleştirdim. Sonra kafamı kıpırdatmadan gözlerimle odayı taradım. Bir şeyler gözüme çarptı. Ağrılar seziyordum bedenimde, dikkatim dağıldı, topladım. Kıpırdayayım bari, dedim biraz. Her tarafım tutulmuş. Uyanmam uzun sürmüş olmalı. Tek hatırladığım o ve onun ışıltılı yüzü. O beni niye buraya yerleştirmiş, hâlâ anlamış değilim. Tek göz odası olan bir ev. Derken birden bir karış aralıkla zemine yapışık yerleştirilmiş iki pencere gözümü aldı. Peşi sıra gözlerim kapıyı aradı. Evet, bir kapı. Tam karşımda. Kolu yok kapının. Pencerenin de kolu yok. Kolsuz pencere mi olurmuş? Hem kolsuz pencereye hâlâ pencere denebilir mi? Hele kapıya… Hiç açılmayacak bir kapı hâlâ bir kapı mı? Kapatamıyorum, açamıyorum da. Kapıya bir çift kol koymayı da fazla görmüş cimri herif. Cimriliğinden olmalı, buraya hapishane diyecek kadar da nankörleşmedim ya. İllaki bir çıkışı vardır da ben bilmiyorumdur. O böyle oyunlar oynamayı sever. Vardır vardır. Dışarı da çıkacağım, dışıma da çıkacağım. Düşünceli düşünceli elimi başıma götürüp parmak aralarıma saçlarımı dolduracaktım ki saçlarımın olmadığını fark ediyorum. Yok yok, haksızlık etmeyeyim, birkaç tel var. Kel, saçı olmayan demek değil miydi zaten, kendime kel diyemem. Yok yok, kesinlikle diyemem. Hakkımı teslim etmem lazım; ne kelim ne de sırma saçlıyım. İşte, şimdi rahatladım. Canım saçlarım. Bu düşünceleri kovalamak için elimi başımdan ayırıp ona başka bir uğraş bulmalıydım. Ortamın loş mu, saf karanlık mı olduğu sorusu aklıma hücum etti birden. Ne gündüz demeli, ne akşam ne de gece. Eşiklerde oturmalıyım, yalnız eşiklerde.
Etrafımda bulunan her şey kendini yalnızca çizgileriyle sunuyordu bana. Silüetlerinden kendini ele veren bir kapı ve bir pencere. Eşiklerde oturmaktan kurumuş düşüncemi bir hamlede toparlayıp “Ne yapmalı?” diye sordum. Kıpırdamalı. Artık yeter, kıpırdamalı. Bir sebep bulmalı devinmek için. Oda karanlık sayılır, diye geçirdim içimden. Bu karanlığı esaslıca bir aydınlatmalı. Zeminle duvarın ayrım noktasına düşey olarak yerleşmiş pencerelerden ışık huzmeleri tek tük içeri girmeyi başarabilse de yetmiyordu. Daha, diyordum, daha, yok mu dahası? Işıktan kör olana kadar bu odayı aydınlatmalı. Hem bu tek odalı eve yeni odalar eklemeli. Üç odaya bölmeli evi. Pencereli odada evcil hayvanlarımı beslemeliyim. Pardon, pardon… Beslemeyi hayal etmeliyim. Onlara yemekler yaratmalı. Ama zincirlerini de sıkı bağlamalı. Hangi hayvanı beslesem, diye düşündüm. Düşünürken hele bir dışarıya bakayım diyerek zemin seviyesine kadar başımı indirip iki göz pencereden birden dışarıyı seyretmeye başladım. Evin önünde bir park. Parkta çocuğun eline kâğıt tutuşturmuşlar. Çocuk sakince kâğıdı parçalıyordu. Bir yandan da kafamda hayvan isimleri uçuşuyordu. Çok geçmedi, vaşakta karar kıldım. Evde penceresi olan bu odaya her gelişimde onu besleyecektim.
İkinci odaya geçtim ardından. Bu odanın duvarlarında tablolar var, durmadan yer değiştiren tablolar. Karanlığın üzerinde ve içinde parlayarak dans ediyor gibilerdi. Tabloların arasında safi karanlık. Tabloları okşamak istediğim zaman elimin karanlığa batmamasına özen gösteriyordum. Ya da yalan söylemeyeyim, bundan korkuyordum.
Üçüncü odayı ise sadece düşünmeye ayırmıştım. Kendimle sesli sohbet etmek istediğim zaman oraya gidecektim. İşte; bu son üçüncü odaya adımımı atacaktım ki pencerelerden gelen ışığın buraya yaklaştıkça zayıfladığını fark ederek ürktüm. Dengem bozuldu, yalpalamaya başladım. Boncuk boncuk terler dökerek hızlı bir geri adım adımla ikinci odaya döndüm. Biraz olsun rahatlamıştım. Derin bir nefes alıp bütün dikkatimi ayaklarıma vererek sonsuz küçük uzunluğundaki adımlarımla odaya doğru kıpraşıyordum. Ayaklarımın kıpırtısı neredeyse sıfır uzunluğundaydı. Dengemi ve kendimi kaybetmemek için bu yürüyüş ne kadar uzun sürse de dikkatimi diri tutmalıyım, diyordum. Gittikçe bu odaya alışıyordum. Bu sıfır uzunluklu adımlar birleşe birleşe beni odanın tam ortasına götürüp bıraktı. Kolu olmayan kapıyı göremesem de tam karşımda olmalıydı. En karanlık oda da buydu. Artık rahatça hareket edebiliyordum. Evet, kıpırdamaktan hareket etmeye geçmiştim. Parmaklarımı aralayıp ellerimi yavaşça ve temkinle savura savura odanın duvarlarına yaklaştım. Elim sonunda duvara çarpabilmişti. Karanlık duvarları yoklaya yoklaya odayı geziyordum. Kapının hemen kenarında duvara yapışık hâlde bulduğum kalın kitabı elime aldım. Gövdemi ve kitabı birinci odanın penceresinden gelen ışığa çevirerek okumaya başladım. Sayfa birde yokluk kelimesi vardı, sayfa ikide gene aynı. Üçte gene yokluk. Dört, beş, altı… Yokluğa alışır gibi oluyordum. Yirmili sayfalara gelince yeni bir kelimeye rastlama umudu iyice kaybolmuştu. İçimden gelen çocuklara özgü dürtüyle yüzlerce sayfayı çeviriyordum gene de. Yeni bir kelime, yeni bir kelime, diye söyleniyordum da bir yandan. Son sayfaya gelince duraksadım, yorulmuştum. Gücümün son damlasını o sayfayı çevirip okumaya harcamayacaktım. Hiç okumadan koparıp atacaktım bu sayfayı. Binlerce sayfa yokluktan sonra hangi kelime bu derin umutsuzluğu yok edebilirdi? Son sayfayı okumadan yırttım, aklıma parktaki çocuk gelmişti. Kitabın o son yaprağını paramparça edip öfkeyle birinci odanın aydınlığına doğru fırlattım. Havada uçuşan onlarca yaprak parçalarının her birinde hayat kelimesinin yazdığını karanlıkta kalmaktan keskinleşmiş gözlerim rahatça seçebildi. Bir derin huzur içerisinde, içimde tuttuğum nefesi yavaşça verdim, ardından ustalıkla kapının önüne gidip sırtımı ona yaslayarak yığıldım kaldım. Gülümseyerek sonsuza dek kolsuz kapının açılmasını bekledim.
Yazan: Bilal Bayraktar
Sayı: 54