“Ölüm yaşamın zıttı değil, parçasıdır.”
– Haruki Murakami
Okuldan çıkmıştım. Sırtımdaki çantanın ağırlığı ile ezilmiş bir hâlde, yağmakta olan yağmuru ve hafta sonu tatilini düşünüp sevinmeye başlamıştım. Yağmur, oldum olası mutlu etmiştir beni. Sokağa doğru yaklaştıkça burnuma patates kızartmasının kokusu değdi. Bizim evden gelmeliydi, yanında köfteyle kola olmasa da ayran olmalıydı; gelsindi, keyfime kimse değmesindi. Çocuktuk; hafta sonu tatili, yağan yağmur ve patates kızartmasının düşüncesi dahi mutlu olmamıza yetiyordu. Aynı anda üç güzel şey birden oluyorsa orada bir durmalıydı, çok sevinmemeli fazla gülmemeliydi; böyle görmüştüm kaşları hep çatık dedemden.
Henüz kimselerin göz dikmediği, koca koca şirketlerin pay edebilme için yarışa girmediği, babamın biraz para bulunca şöyle güzelce çardak yaptırıp Tekel rakısı içmeyi düşündüğü bahçeye yaklaştıkça kokunun bıçak gibi kesildiğini gördüm. Sen miydin hemen mutlu olan, oh olsundu. Kapıyı annem değil komşumuz Ayşe Teyze açmıştı. Annemin bir yere kadar gittiğini, az sonra bizim de onun yanına gideceğimizi söylemişti. Kelimeler ağzında kocaman olmuş, konuşmasına engel oluyordu. Kötüydü. Neye, nereye baktığımı bilmez bir halde uzaklara dalıyordum. Kapı, salondaki eskimiş çekyat, yerdeki kenarları eprimiş halı, tüplü televizyon… Her şey öylesine yabancı ve bir o kadar da tanıdık geliyor ki sanki buraya ilk gelişim, annemle komşuya gidişimiz gibi. Çünkü bizim sokaktaki bütün evler birbirinin aynı gibiydi; çünkü herkes aynı yoklukta yaşıyordu ya da yaşadığını zannediyordu. Az sonra olmuş, kapıya Sedat amcanın iş yerinden getirdiği mavi Toros yanaşmıştı. Ayşe Teyze ile ben öne geçmiştik arkaya da diğer komşular yerleşmiş gidiyorduk. 7 yaşımda bisikletten düştüğümde geldiğim o kocaman binanın önündeydik, bazı binaları görmeniz onlardan korkmanıza yeterdi; hastane bunların en başında gelirdi. Her kurumu gibi soğuk, asık suratlı ve gergin insanların bulunduğu Devlet Hastanesi köşesinde boynuma sarılan annemin ağzından üç kelime çıkabilmişti, titrek ve ürkek bir şekilde:
“Baban öldü oğlum!”
Kemiklerimi birbirine eklemlendirinceye dek sarmıştı beni kendisine. Kurulacak binlerce cümleden, yazılacak ciltler dolusu kitaptan daha tesirli üç kelimeydi, beynime çivi gibi saplanmıştı. Ölümün, ölmenin ne olduğunu biliyordum. Karşı komşumuz Hatice teyzenin geceye karışmış, bütün evleri sokağa döken “Memetiiimmm öldüüü!” feryatları kulağımda ve beynimin içinde yankılanıyordu henüz ama Memet Amca yaşlıydı, yani ölmesinde bir yanlışlık yoktu. Asıl yanlışlık, onun yarı yaşında bile olmayan babamın ölmesindeydi. Onun da yaşlanmasını, elinde bastonla ağır adımlar atmasını beklemeliydi, kim öldürdüyse babamı. Düzenin böyle bir sıralama takip etmediğini güzel ülkem çok iyi kanıtlayacaktı beş yaşında çocukları öldürerek.
Annemin ağlamasına gizleyip söyleyemediği onca şey vardı gözyaşlarında; çaresizlik, şimdi ne yapacağım sorusu, belki biraz da kötü giden talihe sövgü. Ben ise artık bütün hayatım boyunca ensemde hissedeceğim “vahh! vahh! yazıktı çocuğa, şimdi yavrucağız babasız ne yapsındı” bakışlarına aşina olmaya başlıyordum. İlaç kokuları arasında bir söz vermiştim. Kendi oğluma yokluğumu hissettirmeyecek, onu kendimden uzak tutacaktım. Neticede yokluk özlemi doğuruyordu. Hüzün ve özlem bir kalbe girdiğinde, geriye kalan bütün duygulardan daha ağır basıp dibe çöküyor ve o kalp bir daha iflah olmuyordu. Bildiydim.
Ölüm var, ölmek ise bir haktır. Aldığımız her nefes bizi mutlak başlangıca yaklaştırıyor. Bir uyanış hâli. Sen ondan kaçmaya çalıştığını düşündükçe ona yaklaşıyor, ondan emekleyerek uzaklaştığını zannederken o sana maraton koşucusu gibi yaklaşıyor… Onlar için üzülmeyin, gittikleri yer hepimizin ulaşacağı son istikamet edebi istirahattı. Böyle diyordu Kur’an okumaya gelen mahallenin imamı. Öldüğünün ilk yedi günü ayakkabılarını kapımızın önüne koyduk babamın. Evde yemek pişmedi, televizyon açılmadı, banyo yapmadık, üç günü sekmezdi annem tırnaklarımı keserdi; bu sefer yedi gün sarkıtmıştı. Çok çabuk uzardı tırnaklarım. Saçın uzaması sefadandı, tırnağınki ise cefadan. Ölüm Allah’ın emriydi de ölüye de saygı gerekirdi. Bu saygının ifadesi de ölü gibi sessiz olmaktı.
Günler var annem ağzına tek lokma koymadı, ağzından bir söz çıkmadı. Bunlardan daha vahimi ve beni asıl korkutan ise hastanede bana sarılıp ağladığı o günden sonra zerre yaş düşmedi gözünden. Ne feryatları yeri göğü yardı ne de ağlamaktan gözleri kan çanağına döndü. Sanki o gün hiç yaşanmamış gibi yaptı, oluk oluk kan akıttı, içine de dışarı da damla sızdırmadı. Hani ağlasa rahatlardı da rahatlamak bunca yıllık kocasına ihanetti. İki bilemedin üç gün ağlayacak sonra tencerede yemek pişirmeye, gülüp eğlenmeye devam edecektin de giden için ne yapmış olacaktın; hiç! Annem ise hiçbir şey yapmadan çok şey yapıyordu ve yapacaktı. Onunla yaşamaya devam ediyordu, kuru fasulyeyi az da olsa sucuklu yapıyordu mesela ama yemek için önce babamın başlamasını bekliyordu ve babam başlamıyordu… Giden kimsenin geri dönmeyeceğini bilmenin çaresizliği çöküyordu üstüme. İnsanın kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi ne kadar da acıydı.