13 yıldır her sabah geçtiğim bu sokağın kendine özgü bir kokusu vardı. İnsanları bizim semtten ayrılmış ve kendilerine yeni bir mahalle kurmuş gibiler idi. Resmiyeti olmayan sokak içinde mahalle… Başka sokaktaki insanların geçmelerine iş saatleri dışında hoş bakılmazdı. Sokağın girişindeki ilk apartmanda oturan Hatice teyze güvenlik görevini üstlenmiş, sabah 8 akşam 7 arası sandalyesinde oturur, arada komşularla birlikte mesaiye de kaldığı olurdu. Sabahları beni yoğun bir mutsuzlukla ve asık suratla karşılayan Hatice teyze akşamları komşularıyla yaptığı muhabbetle ve elindeki çayla suratı biraz daha düzelir, gülerdi; arada bana kayan bakışlarla birlikte. Bir keresinde üstüme alınmış ben de gülümsemiştim Hatice teyzeye. Hemen suratını büzmüş, “yerini bil” der gibi bir ima yaratmıştı ifadesi. Sonra komşularına dönüp gülmeye devam etmişti. O gün gülümsenmeyi hak etmediğimi anlamıştım.
Hemen yan apartmanında oturan Ali Dede ise zemin katta oturuyordu. Elinde gazetesi ve üstündeki beyaz atletiyle mahallenin ahlakını koruyordu. En azından ben öyle gözlemlemiştim… Ne zaman göz göze gelsek önce kılık kıyafetimi süzer, elimdeki çantaya ve saate bakarak işe gittiğimi anlar, gözleriyle akıllı olmamı söylerdi. Ne de olsa güvenlikten izin alıp içeriye girebilmiştim. Biraz ilerisinde bitişik apartmanlardan ayrı olarak iki katlı ahşap bir ev vardı. Sokaktaki insanlardan farklı oldukları araya koydukları yol mesafesinden belliydi. Bu sokakta bana gülümseyen tek aileydi. Hatice teyzenin davranışını ezer gibi gülümsememi geri çevirmeyen evleri gibi içindekileri de eski ve tatlı olan insanlar… Neden başka yere taşınmadıklarını düşünmüşümdür hep. Belki de onlara kalan tek mirası bırakamadıkları içindir. Evi satsalar bu mahalleden daha iyi bir yerde ev alabilirler çok rahat. Anılarını satmaya kıyamıyorlardır belki de. Bu gaddar insanlarla birlikte yaşamayı kendilerine hak edilmiş bir ceza olarak görüyorlardır. Her ne kadar güneş almayan bu sokakta bana yaşamı hatırlatan tek ev olsa bile burada çürümeyi hak etmiyordu. Karanlığın içindeki tek umut da içindekilerle birlikte sönmemeli, hataların bedeli böyle olmamalıydı başka bir deyişle. Cezayı hak etmiş olmaları, bu evin de hak etmiş olduğunu gösterir miydi? Belki de bu ahşap evi suça tanıklık etmekten yargılamışlardır. Müebbet verilmiş, kim bilir kaç asır… Güneş görmeyen pencereler, insanların asık suratından boynunu bükmüş tahtalar… Yavaş yavaş sessizleşen sokak…
Mahalle, çıkışında ’Gidenler Geri Gelmez’ diye bir sloganla sizi uğurlar.İlk gördüğümde, işe başka hangi yoldan gidebilirim diye araştırmıştım. Sonucu ise 13 yıldır içimi yıpratan bu mahalleden her gün geçmek oldu. Bu sloganı ne zaman görsem aklıma buradan erken yaşta gelin çıkan o kız gelir. Şuanki haliyle ölü gelin… Bazen gün ağarmadan işe gitmek zorunda olduğum bazı günler bu kızı görürdüm hep. Camdan gökyüzünü görmeye çalışır, kimse var mı diye etrafı kollardı bir yandan. Beni ilk gördüğünde gözünde bir korku oluşmuş sonra elimdeki çantam ve tebessüm eden yüzüm bu mahalleden olmadığımı çarçabuk anlatıvermişti ona. Bir iki ay kadar sonra camlara çıkmamaya başlamıştı. Açıkçası merak etmiştim. İntihar mı etmişti yoksa birine bakarken yakalandı diye, mahalle göz hapsine mi tutmuştu kızı? Bunları düşünmem çok sürmedi. Kaç gündür teyzeler dedikodu yapsa kulağımı açar, kızın ismi ne zaman geçecek diye beklerdim. Bakkala gire çıka buradakilerin bir kısım isimlerini öğrenmiş, kızın da adının Büşra olduğu kanısına varmıştım. Öyleymiş de. Bir sabah Büşrayı o adamın hak etmediğini bu yüzden kendini öldürmüş olabileceğini konuşuyorlardı. Bir de yalandan gözyaşı döküyor ellerini dizlerine hafifçe vuruyorlardı. Sanki annemi tekrar kaybetmiş gibi donakalmıştım. Kızın intiharına değil; bu mahallenin haline, bu insanlara… İçlerinden biri terazi demişti. Terazi. “Karşı tarafın zincirlerini kesiyor güçlüler, bizimki uzuyor gittikçe” dedi, biri. Hayatın getirdiği yükü hak etmediklerini söylemişti basbayağı. Zincirleri gittikçe uzatan da onlardı, kendi yüklerini gittikçe ağırlaştıran da. Kızın zincirini koparan da… Hayatlarını ve kendilerini çok adaletlilermiş gibi sorgulamaya başlamışlardı. Hangi kefeye ne diye koymuşlardı kendilerini? Kimlere göre haklılardı? Kızla kendini aynı kefeye koyan bu insanlar, gülmeyi hak etmiyorlardı elbette…
Yazan: Havvanur Taşpınar