Seyfi şehirlerarası bir otobüs firmasının İstanbul-Diyarbakır seferini yapan otobüsünün bel kemiğiydi. Bir şehirlerarası otobüste otobüsten sonra en önemli etkendi o. O daha karizmatik olsun diye kendisine host dese de aslında o otobüsün muaviniydi. Çok genç değildi çok güçlü de. Tam otuz beş yaşındaydı ve aslına bakarsan sıskaydı da ve açıkçası yakışıklı da değildi. Yani kısacası dışarıdan baktığında görmeyeceğin, görsen bile o daha karşındayken yüzünü unutacağın biriydi. Kaçak çay içmeyi artık pahalı olduğu için ve otobüslerde yerli çay verildiği için bırakmıştı, acısını yüreğinde duya duya. En büyük zevki, her molada, anlaşmalı tesislerde kendisine ücretsiz verilen yemeğin üstüne dumanını her hücresine kadar çektiği kaçak sigarasıydı. Bir de tek hayali; ehliyeti alıp da artık muavin değil kaptan olmaktı. Evet, evet o şoför değil otobüs kaptanı olacaktı.
Seyfi’nin zayıf, sıska vücuduna sığmaycak kadar büyük bir kalbi vardı. Her sabah kek ikramı yaparken çocuklara iki tane verirdi. Yüzüne sıcak bir gülümsemeyle bakan her yolcunun kahvesini çayını bolca verirdi – ki bilen bilir bu otobüslerde bu içecekler ne kadar verilir. Bir de gördü mü otobüste gariban bir öğrenci veya asker, otobüs tesise girince en az bir tost, bir gözleme ısmarlardı. Kendi de gariban olduğundan anlardı hâlden.
Bir gün dalı kırık bir gül bindi otobüse ortası kömür karası, akı ağlamaktan kan kırmızı olmuş gözlerle ve o gülün dikeni batmıştı Seyfi’nin yüreğinin ta orta yerine. Sanki kaptan olmuş da daha ilk seferinde kaza yapmış gibi bir acı duydu en derinde.
Otobüs hareket etti de bunun gözü kızın üzerinde… Ama nasıl korkuyla ya-Rabbi kızı her gördüğünde bir kor düşüyordu yüreğine. Kerbela’da Hüseyin’di ve bir yudum suya hasret gibi yandı içi. Daha yola yeni çıkmışlardı oysa ama hemen ikrama başladı. Kıza yaklaştıkça adım adım sanki dikenli tellerden geçmiş bir mülteci gibi korku, acı duyuyordu parçalanan göğsünde. Yanlış anlaşılmasın ha; namuslu çocuktur Seyfi, bakmaz öyle otobüse binen her güzele. Ama bu başka, kız sanki ateşe atılmış İbrahim de Seyfi ağzında su taşıyan karınca. Gitti yanına, önce yanındaki kadına sordu, kadın çay istedi, çayı doldurdu ve bunca yıllık tecrübeye rağmen eli titredi Seyfi’nin ve döktü kadının üstüne. Kızılca kıyamet koptu da bizim Dicle kadar güzel kızımız dönüp bakmadı bir kere yüzüne.
Otobüs mola verdi, kız inmedi. Bir daha mola ve kız yine yok derken saatler geçti, kız inmedi. Bunun telaşındaki Seyfi’nin yemediği azar kalmadı ama kızın boğazına tek lokma girmedi. Sonra sabah nasıl oldu, ne oldu, yürek mi yedi anlayan olmadı ki umursayan da yoktu hani, Seyfi sabah ikramında tam üç kek verdi kıza ama kız kaldırıp bakmadı bile. Ne uyku uyudu, ne bir bardak su içti. Bitirdi koca yolu öylece.
Otobüs İstanbul’a varır varmaz kız korkuyla atladı otobüsten. Sonra bir erkeği gördü, yüzü ilk defa gülümser gibi oldu, Seyfi çok kıskandı, bozuldu, yüzü güldü kızın diye çok sevindi, bir erkek var diye çok üzüldü, çok sevindi çünkü kız güldü, çok korktu Seyfi, Seyfi çok korktu, üç el silah sesi duydu, şaşırdı, korktu, sevindi kız gülmüştü çünkü. Çok acıdı canı Seyfi’nin, Seyfi üç el silah sesi duydu…
Gazetede yazıyordu diğer gün: Tecavüzcüsüyle evlendirilmemek için evden kaçan 19 yaşındaki Dicle, yanına sığınmaya çalıştığı abisi A.K tarafından İstanbul’a iner inmez otogarda vahşice katledildi.
Yazan: Ömer Murat
Yüreğinin naifliği, içtenliği ve güzelliğinden damıtılmış bu öyküyü yazan Ömer Murat’a ve bize sunan Rıhtım Dergisine teşekkür ediyorum. Çıkmış olduğun bu edebiyat yolculuğunda nice başarıların olsun, kelimelerin hiç tükenmesin Ömer Murat.
Çok teşekkür ederim 🙂