Öylece söyleyivermişti doktor. Ne kadar da rahat süzülmüştü dudaklarından. İlk önce anlayamadım, hastalığımın ne olduğunu. Basit bir gripmiş gibi geldi kulaklarıma. İlaca dahi gerek duymadan, tüm ağrılarım birkaç güne geçecekmiş gibi. Biraz yediklerime dikkat eder, biraz da sıkı giyinirsem, eskisinden daha iyi olurmuşum gibi gelmişti bana. Çünkü öyle basit, öyle yalın söylemişti ki sesinde kulağımı tırmalayacak, kalp atışlarımı hızlandıracak, nefes alıp vermelerimin ritmini bozacak hiçbir tuhaflık sezinlememiştim. Kimlik bilgilerimi sormuş ve önündeki bilgisayar ekranından gözlerini bir an olsun ayırmadan, gözlerimin içine bakma cesareti dahi gösteremeden öylece söyleyivermişti. Bir ara aklımdan, bilgisayarın kanserli olabileceği dahi geçmedi değil. Çünkü benimle değil bilgisayar ekranıyla paylaşmıştı, hayatımdaki en önemli bu haberi. Sonrasında, hastalık hakkında bir sürü bilgi verdi. Kimini elindeki kaleme, kimini ise ekrana bakarak yapmıştı. İnandırıcılığını ilk sözcükte kaybetmişti. Bu yüzden, istesem de söylediklerine dikkatimi veremiyordum. Onca söylediği şeyin arasından, kanserimin pankreas 4.evre olduğunu hatırlıyorum. Beynim, adeta kendini kapatmıştı odadaki tüm uyarıcılara karşı. Ayaklarımdan başlayan karıncalanma duygusu, avuçlarımda bir sağa bir sola devirdiğim parmak uçlarıma kadar ulaşmıştı. Kulaklarımdaki basınç aninden artmış, içimdeki sesin dışında hiçbir ses duyulmaz olmuştu. Başım dönüyordu. Gözlerimin de artık eskisi kadar net görmediğini fark ettim. Bir kelimeni, bir anda tüm vücudumu böyle altüst etmesi beni oldukça şaşırmıştı.
O gün, o odadan nasıl ayrıldığımı, neler söylediğimi, eve nasıl geldiğimi, sonraları kendimi ne kadar da zorladıysam, hafızamdaki halının altında bulamadım. İstem dışı, beynimin kayıt merkezini devre dışı bırakmış olmalıydı. Kulaklarım hiçbir şey duymamış, gözlerim hiçbir şey görmemişti. Yaşanılanlar, telafisi mümkün olmayan kayıp iki saatti kalan ömrümden. Başkaları için değersiz görünen iki saat, benim için ne kadar da değerli olup çıkmıştı
Eve geldiğimde kimse yoktu. Annem, babam işte küçük kardeşim ise okuldaydı. Kendimi toparlamam için bunun iyi olabileceğini düşündüm. Hâlsiz hissediyordum. Çalışma masamın önündeki sandalyeye, çok yüksekten bırakılmış gibi öylece bıraktım, beni terk etmeye başlamış olan bedenimi. Masamın üzerinde, açık bir KPSS Türkçe kitabı duruyordu. İşaretlediğim son soru bir yazarın doğayı anlattığını düşündüğüm bir yaşama sevinci sorusuydu. Yanlış yapmıştım.
Bir damla düştü sorunun üstüne, bir damla da arkasından. Burnum da akmaya başladı. İçimde biriken her şeyin önündeki duvarın yıkılmasına, yanlış yaptığım bu soru neden olmuştu. Engel olamıyordum kendime, aslına bakılırsa olmak da istemiyordum. Evin boş olmasını fırsat bilmiştim. Yatağın üstüne kendimi atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Ölmek istemiyordum. Hazır değildim buna. Üniversite son sınıf öğrencisiydim. Hangi bölüm olduğu, çok da önemli değil. İnsanlara yardımcı olmak için, bir işin ucundan ben de tutacaktım. Tüketici hayattan, üretici hayata geçecektim. Tabi tüm bunlar, hızlı bir tükenişe doğru sürüklendiğimi bilmeden önceki düşüncelerimdi. Her şey yarım kalmıştı. Belki, okulumu dahi bitirmeme izin vermeyecekti içimdeki yıkım. Oysa ben, inşa etmesini yeni yeni öğreniyordum. Dudaklarıma, kıyafetime göre ruj sürmeyi, gözlerime eyerline çekmeyi, yüzüme kapatıcı, allık ile canlı göstermeyi…
Doğru dürüst, âşık olmadığımı fark ettim. Hayatımı, hep kitaplara gömülerek yaşamak zorunda kaldığımı. Önüme, sürekli aşmam gereken engeller konulmuştu hayatım boyunca. Tüm enerjimi, engelleri aşmak için kullandım. Bir kaç sefer, bir iki gözle buluştu gözlerim, yüreğimin ritminin değiştiğini, vücut ısımın arttığını hissettim. Bu hissettiklerime aşk diyemezdim. En azından, aşk diyebilmem için, derslerimden çok onları düşünmem gerekirdi. Öyle olmadı. Bu günden sonra da kalbim, bir başkası için değil bedenimi, elinden geldiğince ayakta tutmak için atacağına emindim. Artık kanser de benim için, aşmam gereken bir engeldi. Benim için en büyük yıkım bu olacaktı. En büyük pişmanlığım. Âşık olmadan ölmek…
Yatakta, karnımı dizlerime çekmiş öylece yatıyordum. Cenin pozisyonunda. Annemin rahmine dönmek, her şeye yeni baştan başlamak istiyordum. O gün, o yatağın üstünde, düşünceler girdabında oradan oraya savruluyordum. Kısacık yaşamımı, gözden geçiriyordum. Her şeyi ya yeni başlamış buluyor ya da yarım kalmış. Kendime acıyor, kendime üzülüyordum. Yozgat dışına hiç çıkmadığımı fark ettim. Bunu biliyordum ancak bu kadar can yakıcı olduğunu hissetmemiştim. Dünyaya gelmiştim ancak bir şehirle sınırlı kalmıştım. Siyasi haritayı çizenler, bu soyut çizgileri, sanki etrafı geniş bozkırlarla kaplı bu şehrin içinde kalayım diye çizmişlerdi. Neden paramparça etmedim, beni sarıp sarmalayıp hapseden bu çizgileri? Görmediğim o kadar çok yer vardı ki? Tatmadığım o kadar tat. O yerleri, bir ekranın arkasından görmekle orada olmak aynı şey değildi, biliyordum. Sokakta ayaküstü yenilen yöresel lezzetlerin, o ağızda bırakan tatlarını tadamayacak olmanın bilgisi, ne kadar da bozulmuş geliyor insanın zihnine. Farklı insanları görememek, onların soluduğu havayı soluyamamak, yaşadıkları telaşa yakından tanık olamamak… Şimdi her şey ne kadar da yanlış geliyordu gözüme. Bir kelime neden olmuştu, tüm bunlara. Bunları düşünmek için ihtiyacım olan, sona yaklaştığımı görmek olmuştu. Aslında biliyordum bir gün öleceğimi. Herkes biliyordu. Ancak ben görmüştüm. Elimdeki bir kâğıdın üstünde yazılıydı her şey. Resmiyet kazanmıştı. Benim çok uzak olduğunu sandığım o son, ellerimin arasındaydı.
Otobüsün camından, hızlıca akıp geride kalıyor dağlar, ovalar, bulutlar, ağaçlar, evler, insanlar… Bu hız, gözlerimin çabuk yorulmasına neden oluyor. Ancak, artık hiç birini kaçırmak istemediğimden kendimle, gözlerime mücadele ediyorum. Hepsini görmek, tüm ayrıntıları fark etmek için büyük bir çaba gösteriyor, büyük bir arzu duyuyorum.
O gün o odada, yatağan üstünde cenin pozisyonunda yatarken karar verdim bu yolculuğa. Benim için yeniden doğuştu. Tedaviyi kabul etmemin tek şartıydı bu yolculuk. Saçlarımı kaybettiğim de kendime, bunun son kaybım olacağına dair bir söz vermiştim. İlk iş olarak, etrafımı kuşatıp beni bu şehre mahkûm eden, bu hayali sınırlardan kurtulacaktım. Nereye gittiğini umursamadığım bir otobüsün, geri dönüşünü hesaplamadığım iki biletini satın aldım. Giderek küçülen bedenimin, tek koltukta rahat edemeyeceğini düşündüm. Eşyalarımın çokluğu da haklı bir gerekçe gibi görünmüştü, bu kararı alırken gözüme. Bu yolculuğu, bir uçakla da yapabilirdim ancak bir yere varmak gibi bir niyetim yoktu. Beklemek istemiyordum artık. Yola çıkmalıydım. Artık, elime ne geçtiyse alelacele doldurduğum bir sırt çantası ve bedenimde 4. evre pankreas kanseriyle yollardaydım.
Yazan: Ali Demir