Güne kahve ile başlamayı ne zaman âdet edindiğimi düşünüyordum, sıcacık, mis kokan kahvemden ilk yudumumu alırken. Sabah uyandığımda ilk iş yatağımı toplar, sonra kendime kahve koyarım. Kahve demlenirken, biraz dans ederim. Kocaman fincanım ellerimden taşarken, her yudumu penceremden dışarı bakarak içerim. Kırık çatısı ile güzelim sokağımızın tüm ihtişamını bozan Sırça Apartmanı’nın beşinci katından aşağı atlayarak ölmeye çalışan, düzgün surat hatlarını tombul elleri ile ovan, yakışıklı komşumu izlemeden güne başlayamam. O tombul ellerini, o cılız bedeni ile nasıl taşıdığını düşünüp kendi kendime gülümserim. Beşinci kattan düşüp ölmemesi bir mucize mi yoksa kötü şans mı diye düşünürüm. Her gün, her sabah kahvemi içerken bana eşlik eden, gülümsemesinin çok güzel olabileceğini hayal ettiğim komşum, benden habersiz, hüzünlü bakışlarını adaların güzel manzarasından bir an için bile ayırmaz.
Onun hakkında merak ettiklerimi düşünerek geçen on beş ila yirmi dakika arası, beynimin tüm kıvrımlarını harekete geçirerek güne zinde başlamamı sağlar. Ben kırklı yaşlarımın ortasında, o ise belli ki daha yirmili yaşlarının ortasında. Parlak saçları gözlerinin önüne düşmüş, gözleri yaşlarla dolu, dudakları incecik ve onu hep mutsuz göstermek için aşağıya doğru, burnu kırık, kulakları kepçe. Mahallede konuşulanlardan bildiğim kadarı ile yaklaşık on iki ameliyat geçirmiş son bir yılda, kendini beşinci kattan aşağıya attığından beri. Hasar almış omurgalarını düzeltmek için sürekli korse giymek zorunda, işte bu yüzden kendini beğenmiş dik bir duruşu var.
368. güne gene onunla başladım. Kahveme, ilk defa, tat vermesi için muz aroması koymuştum o gün. Bir süredir onu çözmeye çalışmaktan vazgeçmiştim. Ya da vazgeçtiğimi düşünmek ve sadece onu izlemek istiyordum. Bir kere olsun kafasını çevirmesini ve beni fark etmesini istemiştim. O gün geldiğinde ne yapacağımı düşündüğüm günler de olurdu. Gülümseyecek miydim, kaşlarımı mı çatacaktım, kafamla hafif bir selam mı verecektim yoksa boş bulunup bir anda pencerenin önünden kaçarak saçmalayacak mıydım. Ben bu düşüncelerle boğuşurken intihar girişiminin birinci yılı, üçüncü gününde ilk defa kafasını hareket ettirdi. Benim bulunduğum alana doğru dikkat kesildi ama kesinlikle bana bakmıyordu. Onu daha dikkatli izlemeye çalıştım, göz hareketlerini, mimiklerini izlemeye başladım. Bulunduğum apartmana doğru, bulunduğum kata, bulunduğum koordinatlara doğru baktığına emindim ama kesinlikle bana bakmıyordu. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şey vardı. Bu kadar keskin göz hareketleri, tam da benim üzerime dikilmiş iki koca göz bebeği olduğunun farkındaydım. Ama yüzde bin emin olduğum bir şey vardı, o da bana bakmadığıydı. Gene de gülümsedim, olayı anlamaya ve onunla etkileşime girmek için bana bakmadığını ve gülümsediğimi görmeyeceğini bile bile ona gülümsedim. Bakmaya devam etti, rahatsız edici boyutlara gidene kadar bana bakmaya ve bakmamaya devam etti. 367 gün ada manzarasına nasıl keskin gözler ile baktıysa işte şimdi benim bulunduğum koordinatlara da öyle bakıyordu. Kocaman kahverengi gözlerinden yaşlar akıyordu. Onu seviyor, onu tanımıyor, onun için üzülüyor, ona yardım etmek istiyor, onu ayağa kaldırıp sarsmak istiyordum.
Kahvem bitmesine rağmen ilk defa penceremin kenarından ayrılmadım. Daha ne kadar süreceğini bilmediğim bu bakışma-bakışmama durumunu ilk terk eden olmak istemiyordum. Keşke yakınımda kıçımı üstüne koyabileceğim herhangi bir şey olsaydı diye düşündüm, bacaklarımdaki varisler beni zorlamaya başladığında. El mi sallamalıydım, pencereye mi vurmalıydım, hatta camı açıp onunla konuşmak için bas bas bağırmalı mıydım? İnsanın zihni ne kadar karmaşık, ne kadar çok soru var, bir saniye bile boş durmama izin vermeden sürekli bir şeyler söylüyor, öneriyor, soruyor. Bir saniye dursa keşke.
O şarkıyı düşünüyordum gene. Onu üzgün gördüğüm her an aklımdan geçen, mırıldanırken minik kalça ve omuz hareketlerinin bana eşlik ettiği o şarkı:
“Oh oh oh you and me nobody baby but you and me, hey hey my my.”*
Bakışları milim milim uzaklaşırken, tüm vücuduma yayılan huzuru hissedebiliyordum, damarlarıma enjekte edilmişçesine. Ben kavuşma anını beklemeyi seviyordum, ona kavuşmaya henüz hazır değildim.
Sokağımız sadece bahar geldiğinde ışıldardı, pembe, mor çiçekler açmış ağaçlar ile. Son bir kez Sırça Apartmanı’nın beşinci katına, ona baktım, kalbimin en derininde istediğim tek şey ona uzanmak ve gözyaşlarını silmekti. Pembe yapraklı çiçekler birer birer dökülmeye başladı. Sokağa düştüğünde aniden tüm yapraklar kuruyordu. Uçuşmalarını izledim bir süre, onlar gibi uçuşmak istedim, solmadan önce. Açık pembeden koyu pembeye, içine dönen sardunya yaprakları gibi gülümseyerek uçuşmak istedim. Beşinci kattaki evimin, penceresini açtım, temiz havayı içime çektim. İçime dolan hava sayesinde, beş yaşında elime tutuşturulan kırmızı balon gibi havalanacaktım gökyüzüne. İncecik elmacık kemiklerine doğru akan göz yaşlarını tombul elleri ile silen, yakışıklı komşuma tekrar baktım. Anlamsız gözler ile değil, onu görüp, düşüncelerini okuyarak, baharı hissederek. Tahmin edebildiğimden çok daha güzel bir gülümsemesi olduğuna emindim. Gözlerinin içini gülümseten, içimi titreten, sıcacık gülümsemesi ile ayağa kalkacaktı, pembe sardunya yaprakları gibi bırakacaktık kendimizi, ellerimizi buluşturmak için özgürlük boşluğunda. Solmadan, düşmemek üzere..
* Penny and the Quarters – You and me
Yazan: Gülşah Özük
Çok akıcı ve duru bir metin. Umarım başka yazılar da görebiliriz Gülşah Özük’den.