Avuçlarının arasında kaybolup gidecek kadar fakirdim oysa. Ama o, beni de kendi gibi sanıyordu. Ne büyük bir incelikti bu! Yılda bir iki defa giymek için sakladığım takım elbisemi giyince, az da olsa adama benzemiştim anlaşılan. Hayır, burası hikâyenin tam orta yeri falan değil, bilakis başlangıcı. Sadece ben yazmaya başlamadan önce epey konuşmuştum kendimle, siz orayı kaçırdınız. Toparlamam gerekirse, anlatılacak fazla bir şey de yok esasında. Güzel bir kahvaltıya davetliydim, biraz heyecan verici bir durumdu benim için, hepsi bu. Her şey, baştan aşağıya çok şık ve nezihti. Ev sahibi de en az benim kadar özen göstermişti davete veya umulmadık biçimde doğal hâlleriydi bu onun. Ama ben, karşılaştığım görsel şölen karşısında büyülenmiştim. Merak etmeyin, size bunları anlatmayacağım. Çünkü kafanızı şişirmek için değil, çok daha fazlasını yapabilmek için buradayım.
Kızarmış ekmek dilimleri:
“Meğer ne kadar sempatik bir adammışsın! Sevdim senin sohbetini. Belki de bugüne kadar arkadaş olmadığımız için fark edememişim bunu. Ama resmen ıskalamışım seni, yeni fark ettim.” demişti kadın elinde tuttuğu taze sıkılmış portakal suyunu masaya bıraktıktan sonra. Bense, arkama aldığım rüzgârın söylemekte olduğu şarkıya kaptırmıştım kendimi. “Ben bir avuç undan ibarettim aslında.” diye başlamıştım konuşmaya. Bu cümlenin arkasından her an bir espri gelebilirdi, o yüzden cömert tebessümler bırakmıştı kadın. Ama gayet ciddi biçimde devam edebilecek kadar gergindim ben, gevşememiştim henüz: “Su gibiydi hayat. Karıştık birbirimize. Sonra yoğrula yoğrula bu kıvama geldim işte. Ekmek oldum. Olabildim sanırım.” Üst üste iki defa kafasını sallamıştı güzel kadın. Hafif yayvan dudaklarından sızıyordu duyduğu memnuniyet. “İyi açıklamaydı.” diyecek olduysa da devamını getirmesine müsaade etmemiştim tabii: “Bununla da kalmadı tabii. Hayat, dedim ya, açtım ağzımı bir kere. Acıyla sınadı, pişirmeye doyamadı. Ölçüsünü biraz kaçırdı galiba. Kızarmışım, yanmışım. Ama yine de gevrek bir tadım var sanırım. Ne dersiniz? Meraklısına…” Kadın minik sepete doldurulmuş kızarmış ekmek dilimlerini derhâl bana yaklaştırdı. Doğru zamanlamaya ne denirdi ki? “Galiba hemfikiriz bu konuda.” Gülümsedim. Biraz yapmacıktı, biraz gerçekti yüzüm.
Tereyağı gelmeli:
Zor biri miydi? Muhtemelen. Ama beni belirli bir mesafede tuttukça, kendimi ona çok daha yakın hissediyordum ben. Az çok kavramıştım. Gelişigüzel bir sınama cümlesi olarak, Avrupalı bir yönetmenin filminden bahsederken, konuya dahil olup vereceğim karşılığı profesyonelce ölçüyordu. Hoşuma gitmişti. Beni sevmekle, aşağılama arasına çizdiği o kalın, net çizgiyi görmem için, eliyle işaret etmesine resmen bayılmıştım. En azından samimiydi, dürüsttü. Ve ben o çizginin neresine basacağımı çok iyi biliyordum. O yüzden, o beni ıskalasa da benim onu ıskalamaya hiç niyetim yoktu.
Çözmüştüm. Yıllar evvel düşürmüştü adını, kaybetmişti. Çok belli oluyordu. Hayat çizgisi silinmişti avuçlarından. O yüzden de nereye kadar yaşayacağı görünmüyordu. Ama telaşlıydı daima. Yalnız kalamıyordu, muhtemelen kalmayı denememişti hiç. Tek başınayken mücadele edemezdi hayatla, boyundan büyük korkuları vardı çünkü. Yenilgiyle tanışalı yıllar olmuştu. Aklından çıkmıyordu hiç yoksulluğu. Bir göz odada, içerisine doğru dürüst odun atamadıkları sobanın etrafına yan yana oturup, üstlerine örttükleri yorganlarla ısınmaya çalıştıkları o günleri silemiyordu hafızasından. En korktuğu iki şeyden biriydi artık üşümek. Diğeri ise yalnızlıktı. O yüzden yanında kızarmış bir dilim ekmek olmadan, bir anlam ifade edebileceğine inanmıyordu artık kadın. Oysa tek başına da lezzetliydi, bundan haberi olmasa bile… İlla ki bir dilim kızarmış ekmeğin tepesine konmak istiyordu işte.
Bal lütfen ama çok az:
Nefesini birleştirdi sözcükleriyle ve küçüldü derisi. Karşımda un ufak oluşunu seyrettim. Daha sevecen görünebilmek için kendisini zorlamaya ihtiyacı yoktu. Bilakis, olamayacağı kadar soğuk ve kibirli birisiymiş gibi gözükmeye çalıştıkça küçülüyordu. Oysa ben onu görmüştüm. Tereyağının üzerine kondurulan bir bal tanesi kadar zorla sıyrılmıştı kaşıktan. Ve tek bir dokunuşta ölmüştü. Gördüm. Resmen kaybolup gitti nefesimde.
Annesi ve babası ayrılmış, küçük bir çocuktu o. Yalan söylemeyi öğrenmesi de sırf bu yüzden olmuştu belki de. Hep biraz daha fazla sevilebilmek için, kendisini kaybetmeyi göze almış olmalıydı bu yolculukta. Nasıl biri olduğunu bulmaya çalışması için önünde uzun yıllar vardı ama günün birinde o da olacaktı. Sahip olduklarının, kendisine ait olmadığını fark ettiği bir anda, tekrar geri dönmek isteyecekti. Ve o vakit nereye gideceğini kestiremeyecekti çocuk. Her şeyden biraz tadınca güzeldi hayat ama tamamına sahip olamayacak kadar küçüktü elleri çocuğun. Bunu öğrenmek için de, anne ve babasının farklı zamanlarda söyledikleri, beyaz yalanlara daima muhtaçtı. O yüzden inanmıştı çocuk. İnandıklarını çabucak ezberleyip, her fırsatta anlatmıştı başkalarına.
Bal varsa çay şekersiz olmalıdır:
“Peki. Benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sormuştu kadın. Gözlerini ardına kadar açmış, karşısında çakırkeyif vaziyette oturmakta olan adamın dikkatini üzerine çekmeye çalışıyordu. Adamın aslında kim olduğunun bir önemi yoktu. Ben veya bir başkası. Benim orada, o vaziyette olmamı sıradanlaştıran gerçeği görmezden gelemezdim asla. “Bilmiyorum dememi bekliyorsun. Uzun bir konuşma yapıp, acılarından söz edeceksin muhtemelen.” diye yanıt vermiştim ve dişlerim gözükecek kadar ağzımı açmış, gülümsemiştim bir de. Tek kaşını havaya kaldıran kadın kendisinden oldukça emindi. “Biliyorsun o hâlde.” diyerek başlarken sözlerine, yüzündeki ifade gittikçe ciddileşmişti. Devam ettikçe konuşmaya, çok daha net ve anlaşılırdı sesi: “Güzel. O hâlde bu sabah sonlanmadan, seni daha fazla masrafa sokmaya çalışacağımı da biliyorsun herhâlde değil mi?” Güzel kadının bu hamlesinden hoşlanmış gibi gözükmeliydim. Aklımdan bir sürü cin fikir geçiriyordum ama onları dile getirme niyetinde değildim hiç. Kadın aynı tempoda konuşmayı sürdürerek düşüncelerini sonlandırmıştı bana inat: “Demli bir çay gibi içtikçe içeceksin beni ve sana iyi geleceğim. Ama şekersizim maalesef. Tatlı bir şey bekleme benden. Sadece iyi hissedeceksin, yorgunluğun gidecek, hepsi bu. Fazlası olmayacak asla. Yani herkes kendi evine gidecek. Ve de tıpış tıpış kendi düşüncelerine.”
Çünkü peynir çok tuzluydu:
İtiraz etmemiştim. Ama elimi gömleğimin cebine götürüp, dostum olduğunu sandığım sigaramdan bir tane almadan da edememiştim. “Mesela sevmek… Duygularına erişmediğim bir kadını sevmeye kalkışmam, büyük bir pişmanlıktı benim için. Peki vazgeçmemiş miydim? ‘Seni seviyorum’ cümlelerim kısa solukluydu ve hep kaybetmeye mahkumdu. Birkaç gün sonra sevgi dediğimiz şey, yalnızca dudaklarımıza kirlenmişlik hissi veren bir kelimeye dönüşmüyor muydu nasılsa?” Hızla çakmağımı çakıp, sigaranın alev alan ucunu kadına doğrultmuştum. Ve sonra boğulurcasına çekmiştim ilk nefesi içime. İlla karşılık vermesini beklediğimden değildi ama yine de güzel kadını tanıyabildiğimi düşündüğüm için, sessiz kalmayacağını da az çok kestirebiliyordum. Sırayı ona verebilmek maksadıyla, gecenin karanlığına minik, gri bulutlar ilave etmiştim hemen. Önünde duran meze tabağına küçücük bir çatal darbesi vuran kadın, beni haklı çıkaracak biçimde bir şey söylemeye hazırlıyordu kendisini. Damağına ulaşan meze parçacıklarını usulca ittirerek, kelimelere yer açmıştı. “Birisini sevmek tek başına olmuyor ki zaten. Karşındaki insan yalan söylüyorsa şayet, sevmeden seviyorum diyorsa ve sen de sevmek için, peşinen hazırladıysan yüreğini… Geri dönmek, sevmekten vazgeçmek, aptal gibi hissettiriyor. O yüzden diğer bir seçenek giriyor devreye, en azından benim için.”
Kadının dilinin altındaki baklayı çıkarması an meselesiydi. Ve ben, bana sunulmak için hazırda tutulan zehri kabul edip etmemekte ikilem yaşıyordum. Uzunca bir nefes daha almıştım sigaramdan. Ayaklarıma üşüşen yürüme arzusunu def edemiyordum bir türlü. Tekledim. Küçük, gri bulutlar dağılır dağılmaz da bunun, hayatta göze alabileceğim şeyler arasında olduğuna karar verdim. “Neymiş o seçenek? Nasıl sevmiştin mesela?”
Yumurta mutlaka olsun ama omlet mi olsun, ona karar veremedim:
Bir müddet dudakların yerini gözler almalıydı belki de. Güzel kadının kuracağı cümle, ince kabuklu bir yumurtaya benziyordu. Hafif tepe noktası çatlamış ama henüz kırılmamış bir yumurta. Mutlaka sorunu nihayete erdirmeli ve yumurtayı bozulmadan kullanmalıydı. Ama nasıl? Ortada üç seçenek vardı: Kendi arzu ettiği şekil, kocasının kolayca kabullenebileceği şekil ve bir de gerçekte var olan şekil. Düşünüp karar verme süresini uzatabilmek için biraz daha oyalanmıştı. “Anlamış olman gerekir. Bence sorman gereken soru bu olmamalı.” diyerek, bakışlarıyla başlattığı ayaklanmayı kelimeleriyle desteklemişti. Gözlerimin, kadının gözleriyle kesiştiği yerde, huzursuzluğum katlanarak artıyordu. Hangisi daha mutlu ederdi ki onu? Çırılçıplak soyunmuş bir gerçek mi? Yoksa kulağının üstüne yatmasını sağlayabilecek bir elbise mi giydirmeliydim kadın duygularına? “Ne tuhaf!” demiştim bir solukta. Çok değil, fısıltıdan çok az fazla gürültü etmiştim. Kafasını yukarı kaldırarak, koyu lacivert tonlarının, siyahın içinde fark edilmeyişini seyretmiştim gökyüzünün kollarında. Gözükmeyen bir vaziyette olması, var olmadığı anlamına gelmiyordu. Orada bir yerde, bir şey gizliydi ve bunu bilmesi yetip de artıyordu bile. Hızla kafamı aşağıya eğip, kadının yüzünde belirginleşen fotoğrafa uygun bir çerçeve aramıştım. Kim bilir? Bulamamıştım belki de. “O hâlde yanlış anladıysam düzelt beni. Seni seviyorum cümlesinde geçen, sevmek eyleminin oluşumu için, beni kullanman şart ama cümleden bulunan ‘Seni’, aslında bir başkası. Nasıl? Doğru mu anlamışım?” Hızlıca gözlerini açıp kapayan kadın, gökteki yıldızlara rakip olacak bir parıltıyla bakmıştı bana. Ellerini usulca birbirine kenetledi ve vücudunu hafiften masanın üzerine taşıdı. Kocasına çok daha yakından bakabiliyordu artık. “Evet. Tamamen doğru anlamışsın. Ben bile bu kadar iyi tarif edemedim. Tebrik ediyorum.”
Ve işte o an, yumurtanın kaderi tayin edilmişti. Çatlak kabuk tamamen parçalandı ve gizlenmekten kurutulup, özgürlüğüne kavuşan yumurta rahatça tavaya uzandı. Birazcık ateş gerekliydi sadece. Kısık ateşte geçirilecek beş dakika sonrasında hiç olmadığı kadar lezzetli bir hâl alabilirdi. Tabi biraz baharat ve hünerli ellerin de yardımıyla.
Gereken ateşi sağlamakta önceliği kimseye kaptırmayacak birisi olmama rağmen, gelinen noktada finali görebilmek için sabırla soğukkanlılığımı koruyordum. Vücudumu masanın üzerine taşımış ve gözlerimi olabildiğince yaklaştırmıştım karıma. “Peki. Bu adamın kim olduğunu öğrenebilir miyim? Bir şey olacağından değil, yalnızca bay mükemmeli merak ettim. Ve dürüstlüğüne güveniyorum şu an.”
En son ne yenirse, ağızda onun tadı kalır. Zamanlaması kötüdür zeytinin:
Oyunun sonunda neler olabileceğini önceden kestirebiliyordu kadın. Ama artık bu oyuna da bir son vermesi gerekmiyor muydu? Sürekli ertelediği şey, hayat arkadaşına karşı dürüst olması gerektiğiydi. Ve bugün doğacak sonuçları önemsemeden, kurduğu cümlelerin sonuna nokta işareti koymaya kararlı biçimde gelmişti buraya. Hiçbir olasılık, gerçekleşmiş olandan daha kötü değildi. Hazır bakışları birbirine bu denli yakınken, beyaz yalanlardan kurtulabilirdi kolaylıkla. Zaten suratımın orta yerine doğrultulmuş bir tabanca gibiydi gözleri. Tek mesele, tetiği usulca ezip, işaret parmağını serbest bırakabilmekti. Titreyen dudaklarının arasına sıkışan nefesinin önüne bir kez daha atılmıştım heves içerisinde: “Kim?” Saçlarına dokunan rüzgârdan az da olsa destek bulan kadın, cesaretinin sınırlarını zorlamıştı: “O… Geçenlerde kahvaltı için sürpriz yapıp aldığın orta boy pizza yok muydu? İsmini söylemesem de olur. İşte o.”
Bazen mantıksızca verilen cevapları anlıyormuş gibi yapmak, kafa sallamak, ikna olmak, aşkın ömrünü uzatır. Sabahın köründe pizza yapan bir yer hiç görmemiştim. Ama bu bir aşksa, mantıklı erkek cümlesi kurarak nokta koymalıydım kahvaltımıza: “Afiyet olsun sevgilim.”
Yazan: Umut Kaygısız