Aynı sıfata bürünmüş, birbirini tekrarlayan o yorucu günlerin gene bir tanesinde mahpus kalmıştım. Yine eczaneden eczaneye koşuyor, hepsine istenilen ilaçları teslim ediyordum; yaptığım bu kurye işine hiç saygım yoktu aslında. Tamam, kabul ediyorum, bir doktor edasıyla yaptığım işin kutsallığından söz açmayacağım. Çünkü kutsal olan tek bir yönü yok; gene de bir yardım etme düşüncesi umutsuz kalbimin bataklığında çırpınıp duruyor. Her neyse, sürüyorum motorumu ‘acil!’ kisvesi altında siparişi veren Saba eczanesine. A… kavşağından dönüp yukarı tırmanıyor, ardından Pazar yerinin içinden eczaneye geliyorum. İçeri girip iki hoşbeş edip ilacı bıraktıktan sonra dışarı çıkarken gözüme iki kız çocuğu takılıyor, gereğinden fazla üzgün, fazla mutsuz gözüküyorlar gözüme. Daha sonra eczane sahibi kadın dükkândan çıkıp o iki kız çocuklarına sesleniyor: “Saba! Eda! Gelin buraya, daha karnınız acıkmadı mı?”
Kız çocuklarından bir tanesi, küskün, sinirli ve mağrurca omzunu silkiyor. Dahası bu da yetmezmiş gibi elinde biriktirdiği taşları pazar yerine fırlatıyor. Daha sonra kız çocuklarının annesi olduğunu anladığım eczane sahibi tekrardan “O taşları pazar yerine atmayın, insanlar var; Saba! Kızım o taşları atma bak birine denk gelecek!”
Tüm bu uyarılardan ders almayan kızlarının tavırlarından yılmış olan ecza sahibi kadın, başını iki yana sallayarak dükkâna, hastalarının ve kalfasının yanına dönüyordu.
Günleri senelerdir değişmeyen ben ise elime bu kadar farklı bir fırsat, bir heyecan geçmişken değerlendirmeden edemezdim. Gittim çocukların yanına; “Selam ufaklıklar!” dedim.
“Biz ufaklık değiliz!”
Adı Saba olan, saçları sarıya çalan bu sevimli küçük kız yüzüme o kadar sinirli bir bakış fırlatıyor ki olduğum yerde kalakalıyorum. Hatta biraz da korkuyorum açıkçası.
“Tamam, özür dilerim. Sadece neden bu kadar sinirli olduğunuzu anlamak istedim. Bu yüzden buraya geldim.”
Biraz bakıştıktan sonra Eda, –Saba’ya göre sinirden daha çok üzgün ve yılmış bir ifadeyle- söze karışıyor.
“Bütün bu taşlar elimizde kaldı. Hiçbirini kimseye veremedik! Kimse kafasını kaldırıp bakmıyor bile bize.”
“Ne taşı? Şu pazar yerine attığınız taşlardan mı? Ama onları birilerine fırlatarak veremezsiniz ki!”
“Biz de biliyoruz bunu.”
Saba yine o sinirli gözlerini dikmişti üzerime.
“Sen de üzgün olma Eda! Bak veriyorum bu taşları insanlara, izle!”
Elindeki kalan taşları da pazar yerine fırlattı.
Bir müddet etraftan gelen ayıplama seslerinden sonra attıkları taşlardan bir tanesini kapıp getirdim.
“İzniniz olursa bunu ben alıyorum.”
Eda inanılmaz bir sevinçle tam yerinden fırlayıp diğer taşları da toplayacaktı ki Saba onu durdurdu:
“Hayır! Bırak bütün bu boyadığımız taşlar yerde dursun. Kimse alamasın bu boyalı taşları; bırak herkes sağa sola koştursun. Biz de bir daha böyle şeylerle uğraşmayalım.”
Şaşırmıştım, taş boyamak ilginç bir uğraştı; evet ama neden bir daha uğraşılmasındı? Bu soruyu Saba’ya yönelttim. Ve o yaşta bir çocuğa göre olmayacak cevabı aldım:
“Çünkü boşa uğraş! Sabah da Eda’ya söylemiştim: ‘Zevk alıyor olabilirsin ama biz bu taşları boşa boyuyoruz. Hakkımız olanı vermeyecekler!’ Ve şimdi de dediğim oldu. Grevdeyiz! Kimseye taş boyamayacağız. Boyarsak da böyle atacağız insanlara.”
Gülesim tutmuştu birden. Gözlerim canlanmıştı. Daha çok küçük olmasına rağmen hakkı olanın ne olduğunu anlamıştı bu küçük kız. Bir davası, bir mücadelesi var gibiydi.
“İzninizle alıyorum bu taşı.” deyip uzaklaştım oradan. Motoruma atlayıp depoya döndüm. Sahiden de yaptıkları doğru muydu?
Küçük boyalı taşa baktım bir süre. Üzerine siyah kanatları olan, beyaz bir başa ve pembe gözlere sahip bir kelebeği tasvir etmeye çalışmışlardı; ama benim gözlerim nedense daha çok bir baykuşu görüyordu. Siyah, karanlık kanatları olan fakat kanatlarından beyazlıklar süzülen pembe gözlere sahip bir baykuş…
Yazan: Aydın Bozkurt