Şahmaran Köyü’nde bir dere… Ve ancak çobanların kavalıyla dillenecek bir hikâye duruyor bu derenin dibinde. Nasıl da içim yanar kavalın suya anlattıklarını dinledikçe…
Sesler geliyor, belli belirsiz kelimeli, siz de dinleyin…
Hitit Kraliçesi Puduhepa savunmasını okuyor, Asurlulardan kalma bir saray yanıyor, yanık kokusu rüzgârın sesiyle çoğalıyor… Büyük İskender, Hızır Yaylası’nda konaklıyor. İlk ceza yasasını uyguluyor bu çamursuz düzlükte, dereye karşı. Romalıların çağırdığı Nikopolis’i duyuyorum, nefesim yarım kalıyor duydukça ve yanık bekçisi oluyorum dilini bilmediğim bu toprakların.
İnsanoğlunun ihanetine uğramış, başı insan, vücudu yılan, upuzun kuyruğu olan “Yılanların şahı” efsanesi anlatılıyor suya, duyuyor musun? Korkma, dokun suya, kavalın sesine anlam ver, eşlik et!
İçerisine kendini katmadığın efsane, efsane değildir!
Ve bir çoban geldi, dağ, taş, börtü böcek konuşmaya başladı… Hangi dağların, ovaların kalplerini yoklayıp da gelmiştir bu derenin coşkun suyu bilinmez ama bu su, bir Cuma gününün ertesinde, celladı kesilecektir Zeliha’nın.
Deli derler ona, en çok da onu doğuran sevmez, ite kalka gösterir sevgisizliğini. Yirmi beş haneli köyün Zeliha’sı delirmeden yedi yıl öncesinde, tam da yedi yaşında, otlamaya giden koyun sürüsünün peşine takılarak köyden çıkar. Akşam olur, çobanla birlikte sürü de döner köye ancak Zeliha’yı ne duyan olur ne de gören. Zeliha’nın annesini alır bir merak.
Karanlık çöker, Zeliha dönmez köye, kimseler bilmez. Zeliha’yı yola salan kaval, çobanın kavalı, “biri üflese de anlatsam bildiklerimi” der demesine de, duyulmaz anlatamadıkları, zifiri karanlığın korkusu üşütür geceyi.
Zeliha, Sultan teyzenin altıncı kız çocuğu ve aynı zamanda son çocuğu. İşte bu son çocuğun doğumundan hemen sonra köyün ebesi durduramayınca kanamayı, apar topar ilçeye yetiştirilmiş kadın. O geceden Sultan teyzeye arta kalan ise “bir daha hamile kalamayacaksın” cümlesi olmuş en insaflısından. Mutluluk getirmeyen, mutluluk veremeyen Zeliha’nın girdabı doğduğu gün başlamış aslında.
***
Meşaleler ellerde köylüler güneş ışığına varana kadar dolanmışlar etrafta, çevre köylere bile haber etmişler, lakin bulamamışlar Zeliha’yı.
“Oradaydım” der Zeliha.
“Kimseler görmedi beni…
Oysaki ben oradaydım
Bir çığlık vardı
Kendi çığlığımdan korktum ben.
“Sustum” der Zeliha.
“Şahmeran duası okundu üzerime,
Duymadınız mı?
Taşlar, hayvanlar konuştular benimle.
Yarı gece, yarı gündüz,
Yarı ateş, yarı su
On iki ayaklı kadın
On iki saat susmadı bana
Bir yılan kendi kuyruğunu yedi,
Kendi çığlığımdan korktum ben!
Sonsuzluğun da ötesinden çıkıp geldim.”
Şafağın söktüğü saatlerdi. Gün ağarmış, geceden kalma yorgun, ağırlaşmış hava usul usul yerleşmeye başlamıştı Şahmaran toprağına.
Derenin kenarında, bir tutam yosuna sıkıca tutunmuş olarak buldular Zeliha’yı. Bildiklerini anlatabilecek kelimeleri yoktu. Dili döndüğünce anlatmaya çalıştı ama kimseler onu anlamadı. Sadece çok güzel “bir şey” gözlerinden çevreye yayılıyordu.
Zeliha diğerleri gibi değildi artık. O gecenin sabahından sonra köyün yarım akıllı Zeliha’sıydı. Güzel bir şey vardı gözlerinden sızan, teşhisi delilik oldu.
Kendine dikkatlice bakan yüzlere tahammülü yoktu Zeliha’nın. Oldukça mülayim, sessiz sedasız olan ya da görünen kız, onu süzen, dikkatlice bakıp aklından kötü şeyler geçirenlere karşı engelleyemediği bir öfke kusuyordu aniden. Nasıl mı? Bazen saldırarak, bazen de küfürler savurarak…
Bir süre sonra köy halkı bu durumdan eğlenir hâle geldi. Hassas noktasını keşfedenler onu sinirlendirmek, konuşturmak, zaman geçirmek için olmadık hareketler yapmaya başladılar. Cehennem rüyasını yaşardı Zeliha o anlarda. Zihninde birçok kişinin aynı anda konuştuğu ancak kimsenin birbirini duymadığı, anlamadığı bir rüya…
Koca kazanlarda yapılan yemekler, davul zurnanın ısınma sesleri ve süslü şalvarları, yazmalarıyla komşu köyde bir düğün telaşı. Şahmaran’dan gidecekler bir bir yola koyulurken sabahın erken saatlerinde, Sultan teyze de beş çocuğuyla çoktan katılmıştır kafileye.
Odanın içinde boruları sökülmüş olsa da kışı hatırlatan bir kuzine sobası ve ayağına zincir dolanmış sedirden bir kanepe. Zeliha cam kenarında etraftaki hareketliliği izlerken korkulu gözlerle, karşıda kendine gülen çocuklara aciz bir iniltiyle bağırır. Elini ayağındaki prangaya götürür, her beş dakikada bir deneyimlediği gibi zinciri çözmeye çalışır ancak her defasında yara alır göğsü, pes ederek bırakır.
Buradayım der Zeliha,
Nasıl da isteksiz körlersiniz,
Nasıl da bakmazsınız elimde tuttuğum aynaya
Bakan kendini görür aslında
Ben bir aracıyım…
Öğlene doğru köy iyice sakinlemiştir. İki üç hane dışında kimseler kalmamış, onlar da sıcağın etkisiyle evlerine kapanmışlardı. Sımsıcak sesler vardı köyün etrafında, kuş değil, böcek değil, köpek değil, yılanların sesiydi duyulan ama anlaşılmayan. Uzunu, kısası, kırmızısı, siyahı ile envai çeşitte yüzlerce yılan…
Her sene bu vakitler yılanların istilasına uğrardı Şahmaran Köyü. Çoğu öldürülür ya da çoğu ölürdü. Köy halkının diliyle bir tanesi vardı ki, sanki Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bahsettiği boynuzlu ve ensesi tüylü olanıydı. Ne ölür ne öldürülürdü. Aradığı bir şey varmış gibi hiç olmadık yerlerde görünür ve aniden tüm heybetiyle kaybolurdu.
Zincirinden kurtulamayan, kurtulmak için çabalamaktan da vazgeçen Zeliha cam kenarındaki sedirin üzerinde bir düşe dalmıştı öğlen sıcağında. Tıpkı kalp gözüyle görülen düşler gibi, Zeliha’nın gözü de kalbi de, etrafını sarıp sarmalayan bu uzun düşün içinde kalakalmıştı. Belki üç, belki beş saat geçmişti ki aradan, Zeliha gözlerini açınca, kapı eşiğinde bir çift göz görmüş. Simsiyah lakin etrafa yemyeşil bir ışık yayan bu gözlerle Zeliha, upuzun bir yolculuğa çıkacak olmanın heyecanını yaşamış. Simasıyla insanı andıran bir yılanmış tam da şimdi Zeliha’yı diliyle koklamaya çalışan.
“Gördüm” der Zeliha.
Kalbimle gördüm hem de
Hiç kapanmayan gözleriyle bana bakanı
Ağzını açmadan dışarıya çıkarmış diliyle beni koklayanı…
Kendi kuyruğunu yiyen yılanı…
Tanıdım ben.
İnsanlar neden yılanlardan korkmayı öğrendiler?
Aydınlık kaybolmak üzereyken dağların ötesinde, kızılımsı kesik kesik ışıklar sızar köyün tepesine. Düğünden dönen ahalinin korkulu sesi uyandırır Zeliha’yı düşünden. Fareler yılanlardan, yılanlar insanlardan kaçarken, erkekler ellerinde küreklerle, ahırları, kilerleri teker teker arayarak öldürürler ölümlü yılanları. Küreklerle köy meydanında toplanan yılanların yakılması da bir gelenektir Şahmaran’da her sene.
Rengârenk pullar, ışıl ışıl bir ses yansıtır havaya, sıcak alevlerin içinde dalgalanarak…
“Evvel zaman içinde…” diye başlar yine köyün birçok hanesinde hikâyeler bu gece. Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu tüm ev halkı, heyecanla, merakla dinlerler çok defa duydukları bu hikâyeyi. Her defasında da ilk kez duyuyormuş gibi bir hisle hafızalarında yinelerler aynı korkuyu… Şöyle de devam eder hikâyeler:
“…toprağın altında başı insan, gövdeden ötesi yılan bir yaratık yaşarmış…”
Zelihaların evinde, Sultan Teyzenin dilinde de buna benzer bir hikâye vardır aynı saatlerde. “Karanlığın da ötesinde karanlıklar içinde beklemekteler dünyadaki tüm yılanlar. Hele bir öğrensinler Şahmaran öldürülmüş insan eliyle, hele bir işitsinler kanı dökülmüş oluk oluk bizim köye, dururlar mı? Durmazlar elbet…”
Bir başka evin anlatanı da Eyüp peygamberin hikâyesiyle örtüştürür şu şekilde:
“Amansız bir illet sarmalamış peygamberi. Yarasına düşen kurtlar, delik deşik etmişler bedenini. Çilesini tamamlayana kadar sabretmiş Eyüp peygamber. Sonra bir gün ona topuğunu yere vurması vahyedilmiş. Aynı yerden sular fışkırmış etrafa. Eyüp peygamber bu suyla bir güzel yıkanmış. O yıkanırken bu suyla, vücudundaki kurtlar birer birer yere dökülmüş. İşte o an, bir bölümü yılana, bir bölümü de sülüğe dönüşmüş bu kurtların… Eti derman olan yılanın sırrı da buradan gelir elbet…”
Sıcak bir elin soğuk bir bedene değmesi gibi irkildi Zeliha hikâyenin en sonunda. Bir ışık süzmesini takip edercesine, engebeli bir masalın içine girermişçesine yer yataklarından birine sokularak sessizce uykuya daldı…
“Yanı başımdaydı” der, Zeliha
Karanlıkların da ötesinden gelen
Bir çift gözdü göğsüme süzülen
Gören olmadı.
Pulları döküldü tenime,
Gövdesini sürdü tenime…
Hastalıklarımı, ağrılarımı yuttu içine
Doğumu, yaşamı ve hatta ölümü de,
Tattım bir gecede
Ne dediysem duyuramadım sesimi…
Sabaha karşı evin önünde hayvanların bağrışmaları uyandırdı Emine teyzeyi uykusundan. Ahırın kapısını açıp onları sakinleştirmeye çalışırken, çimenlerin arasından siyah bir gölgenin süzüldüğünü gördü. Kapıyı kapatıp içeri girer girmez, siyah bir ürperti hissetti tüm bedeninde. Çay suyu koyup çocukları teker teker uyandırırken, Zeliha’nın gözlerinin açık ve sus bir halde kendini izlediğini fark etti.
“Ne o kız, yılan yılan dikmişsin gözlerini” dedi Zeliha’ya…
Beyazı çivit beyazı, siyahı kömür karası gözleri vardı Zeliha’nın. Bu sabah da yedi dağın ötesini deler gibi bakmalardaydı. Gözlerinin ardında korku dışında her şey vardı aslında.
Gözler ehlileşirdi elbet de… Ya görülenler?
Yarayı kazarak iyi edebilen bir sevgi yapışmıştı bedenine sanki Zeliha’nın… Yılların uykusundan uyanmış kadar uyandı o sabaha. Kalktı yatağını toparladı, yüzünü yıkadı, mutfağa yönelip “anne, günaydın” dedi. Ev halkı, konu komşu, Şahmaran köyü anlam veremediler bu değişime. Emine Teyzeye “ne yaptın nasıl ettin de iyi ettin bu deliyi” diye sorulan soruların cevabı yoktu.
Cevabı Zeliha’ydı. Cevabı Zeliha’daydı…
Tam da şu an rahmine düşen tohumdaydı…
Yazan: Özlem Erdem