Yumruklarını sıkmış, tam karşısında dikiliyordu. Işığını görmemek imkânsızdı, gözlerinden yayılan öfkenin. Gri bulutlar kümelenmişlerdi başının hemen üstüne. Bir çarpışsalar, hemen oracıkta dökeceklerdi yaşlarını. Dökmediler, dökemediler… Bilmiyorlardı ki ne ırmaklar denize dökülür olmuşlardı iç selinde. O taşkınlar ki ne kadar birleşirlerse birleşsinler içinin yangınını söndürememişlerdi.
Bir türlü inandıramıyordu babasını, bir türlü dinletemiyordu. Hiç durmadan konuşsa olmuyor, sussa olmuyor. Bir süre sonra kapıyı çarpıp çıkıp gitmişti babası ve ardında donup kalmış iki göz bırakmıştı. Bu kez elleri açıktı ve boşlukta iki yana düşmüşlerdi…
Yarım saat geçti geçmedi, dış kapının sesiyle kendine geldi. Ayakta durduğunu yeni fark etmiş, oracığa çöküvermişti. Gelen, kardeşi Nuriye’ydi. Boncuk gözlerini abisine dikmiş; bir yandan minik elleriyle onun gözyaşlarını siliyor, bir yandan da abisini soğuk betonun üzerinden kilime çekmeye çalışıyordu.
“Üzülme abi,” dedi. Sesinde kuş cıvıltıları, ılık rüzgârlar, can suları vardı. Gökyüzü gökyüzü bakan gözleri, bakanın kederlerini alıp hapsederdi.
“Babam mutlaka inanacak sana, ben biliyorum. Sakın üzülme emi.”
Nasıl üzülmesin? Babası, kahramanı, hayatında ilk kez onu dinlemiyor; el âlemin dediklerine inanıyordu. Ne olmuştu da birdenbire bu kadar vurdumduymaz olmuştu; bu kadar umursamaz, bu kadar taş yürekli?
Üstelik annesi de pek inanmıyordu ona, “oğlum, ben sana inanıyorum inanmasına ama bu kadar öfkelenmeni bir türlü anlayamıyorum,” diyordu. Sadece suçlu olanların mı öfkelenmeye hakkı vardı?
Güneşin tam tepede olduğu saatler gelip çatmıştı. Bahçe duvarının arkasındaki yoldan biri sesleniyordu ona. Perdeyi aralamış şiş gözlerle sesin geldiği yöne baktı sonra. Mükremin’di gelen. Elindeki siyah poşetten bir şey çıkarmış, Çetin’e gösteriyordu. Parmaklarının arasında tuttuğu şey, parlak bir bilyeydi. Omuzlarını silkti Çetin. Bir torba bilyenin gücü bile onu dışarı çıkaramazdı artık.
Bir anda gözden kaybolan Mükremin başka arkadaşlar bulmak için köy meydanına doğru yürümeye başlamıştı. Yolda gördüğü Aslan’ı görmezden geldi. O kadar kızgındı ki ona. Hem hırsız hem de yalancıydı çünkü. En yakın arkadaşını üzdüğü için onu asla affetmeyecekti.
Öğleden sonra annesi teyzesinden dönmüş, mutfağa yemek hazırlamaya girmişti. Aklında hep aynı soru dönüp duruyordu. Çetin doğru söylemiyor olabilir miydi? Kocası nasıl da kesip atmıştı birdenbire. “Çocuktur, yapmış işte,” deyip bir daha asla konuşmamıştı.
Bir süre sonra Nuriye annesinin yanına gelmiş, dolanıvermişti etekliğine: “Anne, ne olursun abime inan. O kaybetmedi bisikletini. Bak, dedi ya işte. Gitmemiş gölete. Kömürlükten biri çalmış bisikletini. Hem abim sana yalan söylemez ki.”
Gözleri dolmuştu Sultan’ın. Çetin kolay kolay yalana başvurmazdı. Doğru konuşmadığında pişman olur hemen özür dilerdi. Bu sefer iş, adı gibi çetin olmuştu. Etrafındaki bu sessiz duvarlar, iki gün önce içinde fırtınalar kopan bu evin tüm seslerini yutuvermiştiler sanki. Kardeşi Ayten de inanmıyordu Çetin’in söylediklerine. “Belli ki ya kırıp attı ya kaybetti bisikletini. Suçu da arkadaşına atıyor. Ama siz yine de uzatmayın be abla. Eniştem de uzatmasın, altı üstü bir bisiklet,” demişti gözlerini belerte belerte.
İkindi vakti bir grup çocuk evlerinin önünden gülüş cümbüş geçip gitmişlerdi. Odada tek başına canı sıkılan Çetin bahçeye çıktığında sokakta görememişti kimseleri. Bahçe duvarına oturmuş, gökyüzünde dans ederek uçan kuş sürülerini izlemişti bir süre. “Keşke ben de onlardan biri olsaydım, süzüle süzüle uçardım şimdi. Hem babam beni kanatlarının altına alıp bütün kötülüklerden korurdu,” diye geçirmişti aklından. Nuriye ve Mükremin dışında kimse inanmamıştı ona. Belki bir de annesi inanıyordu doğru söylediğine. Çalmıştı bisikleti Aslan, güzelim açık mavi rengini de civciv sarısına çevirmişti. Bir güzel de dayamıştı avluya açılan kapılarına. Yok, o bisiklet kendininmiş de, yok hediye etmişlermiş de. O bir yalancıydı, bir haindi. Varsın kimse inanmasın Çetin biliyordu ya gerçeği. Yoksa muhtarın oğlu diye mi bir şey diyememişti babası Aslan’a?
Birazdan babası tarladan gelecek, akşam sus pus yemek yenecek, sonra televizyonda sıkıcı ne varsa izlenecekti. Bir büyüsün, çekip gidecekti buralardan. Nuriye’yi de alıp çok uzaklara gidecekti ve bir daha dönmeyecekti bu köye.
Nuriye, peşinde kedisi Tüylü’yle abisinin yanına gelmiş gülümsüyordu. Tüylü bir sıçrayışta duvara çıkmış, Çetin’in kucağına bırakmıştı kendini.
“İnanıyorsun bana değil mi Tüylü? Yoksa sen gördün mü olanları? Ah bir konuşabilsen de söylesen.”
“Mırrrr” diye ses vermiş, onaylamıştı Çetin’i Tüylü. Birkaç dakika sonra duvarın arkasından birinin seslendiğini duymuşlardı. Nuriye kapıyı açtığında teyzelerinin oğlu Galip’i, elinde plastik bir dondurma kutusuyla bekler bulmuşlardı. Galip donuk bir yüzle içeri girip, “Annem kakaolu kek gönderdi size,” dedi. Kutuyu Nuriye’nin eline tutuşturup geldiği gibi aceleyle çıkıp gitmişti.
“Demek sen de suçluyorsun beni Galip abi. Öyle olsun bakalım.”
Çetin ellerini çenesine dayamış öylesine oturuyorken ensesinde bir bakış hissetmişti. Oturduğu yerden sokağın bir kısmını görebiliyordu. Ellerinde poşetlerle Aslan ve en büyük ablasıydı geçen. Aslan’ı da, üç ablasını da görmek istemiyordu. Duvardan atladığı gibi mabedine dönmüştü.
Sabah olduğunda hava sanki akşam yaklaşıyormuş gibi karanlıktı. Bir süre sonra da gri bulutlar taşı, toprağı, ağacı, çimeni ıslatmak için birbirleriyle yarışır olmuşlardı adeta. Tabi ya, bu sıcak yaz gününde her şeyi yıkamak için gelmişti yağmur; her şeyi…
Çetin yataktan kalktığı gibi bahçeye çıkmış, demir kapıyı var gücüyle açmıştı. Kafasından sular damlaya damlaya ve ayaklarının çıplak olmasına aldırmayıp gözlerini dikmiş, tam karşıdaki iki katlı eve bakıyordu.
Evin önüne geldiğinde kapı aralığından gördüğü şeyi avazı çıktığı kadar haykırmak istiyordu. Onu terk etmeyen açık mavi bisikleti tüm gri bulutları dağıtmak ister gibi Çetin’e gülümsüyordu.
Çok teşekkür ederim. Sevgilerimle…
Edebi, sürükleyici ve gizemli…
Yazarın emeğine sağlık.
Dergiler iyi ki varlar.
Saygı ve sevgilerimle