Buluşmak için sözleştiğimiz kafeye doğru yürürken gözlerim bulanıyor, insanlar daha da silikleşiyor ve adımlarım yavaşlıyordu. Gözlüğümü çıkarıp tişörtümün ucuyla camın üzerindeki yağmur damlalarını sildim ve yeniden burnumun üzerine yerleştirdim. Alışkanlığım üzere gözlüğü orta parmağımla düzeltip gözlerimi kıstım. Hayır, bulanıklık geçmedi. Yağmur da yağmıyor zaten. Göğsümün tam orta yerinde aylardır yer etmiş büyükçe bir çakıl taşı ve ağzımdaki o eski paslı tat… Biliyorum ki bugün her şeyin biteceği ve yeniden başlayacağı gün olacak. Bir yılan misali kendi kuyruğumu dişledim, hatta kendimi yeterince tükettim bile sayılabilir. Şu an tekrar o eski yalnızlığıma düşmüş iken yeni bir döngünün kucağında erimek için vakit çoktan geçti. Yaşadığım, yaşıyor olduğum ve sonsuz kez yaşamak zorunda olduğum her şeyi yeniden yaşayacağımı bildiğim hâlde yanına geliyorum. Üzgünüm sevgilim, daha fazla devam edemeyiz.
Adımlarım gittikçe kesikleşirken, her seferinde daha küçük adımlar attığımı fark ediyorum. Bu şekilde sana varabileceğimden de emin değilim. Kaybedeceğim çok şey varken korku da yavaş yavaş üzerime çöküyor. Adımlarımı düzene koyup hırkamın önünü kapattım. Güneş batmak üzere, sanki bir daha asla doğmayacakmış gibi. Bu düşünce küçük bir ürperti olarak yüzümü yaladı, alnımdaki bebek saçlarım dikleşiyordu ve önümü daha sıkı kapattım. Kaybedeceğim hiçbir şey yokmuş gibi bunca süre bu aşk denen oyunu oynadığım için özür dilerim. Seni ilk gördüğüm andaki parıltıyı nasıl unutabilirim ki? Sen o beyaz uzun elbise içinde hareket ettikçe etrafında bulutlar kızıla çalıyor ve ben sadece seni izlemekle yetiniyordum. O an, kutsalların da ötesinde bir şeydin benim için, seni aldım ve aklımda yüksekçe bir yere yerleştirdim. Sen benim için bir rüya gibiydin ve sana ulaşmak o kadar zordu ki. Aslında biraz korkutucuydu da. Kıyamadığın bir şeyi aptalca bir sakarlıkla kırmaktan korkmak gibi, evet, sana kıyamıyordum. Ve itiraf etmeliyim ki, seni o beyaz elbisenin içinde bir kez daha görmeyi her şeyden çok istedim.
Sırlar, senin sırların, ama unuttum hepsini. Çiçekler ya da Haydarpaşa Lisesi’ne giden ağaçlıklı yoldaki küçük köşkün bronz bahçe kapısından taşan mor salkımlar… Artık bunlar da bir anlam ifade etmiyor, peki, öyle olsun. Hiçbir yer, hiç kimse, hatta dokunduğun hiçbir şey daha fazla acı veremez bana zira biliyorum ki daha fazla mutlu da edemezler. Evet, biliyorum ki seni artık daha az seviyorum.
Kafenin kapısına geldim işte, sana daha fazla yalnızlık vadetmeye geldim. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdim, ne yazık ki kapıya bağlı olan zilin çınlamasını fark edip kafanı benden yana çevirdin. Ama anlayamadığım bir şey var sende, bu yüzü daha önce nerede gördüğümü anımsamaya çalışıyorum. Belki durup beş saniye boyunca yüzüne baktım, belki kapıyı kapatırken zaman yavaşladı ama, bilemiyorum. Yanına oturup üşümüş kemiklerimi ısıtmaya çalışırken neyin farklı olduğunu anladım. En sonunda, yıllardır özlemini duyduğum o beyaz elbiseyi giymişsin.
Sen konuşuyorsun ve ben sadece seni izliyorum. Beni şu an ne yanmakta olan tütsünün kokusu ne de raflardaki daha önce sürekli gözüme takılan kitaplar seni izlemekten alıkoyabilir. Yine o eski düşünce aklıma geliyor. Öyle bir düşünce ki sanki bu beyaz elbise sadece senin giymen için dikilmiş ve hatta sen de sadece bu elbiseyi giymek için dünyaya gelmişsin. Hayır, elbisenin beni kandırmasına izin vermeyeceğim, biliyorum ki seni artık daha az seviyorum.
Sen konuşurken başımı avuçlarımın içine alıp gözlerimi kapattım. Göz kapaklarımın ardındaki renkli bulanıklığı ve kulaklarımdaki uğultuyu aralamaya çalışarak kendime bir çıkış yolu arıyorum. Yanağındaki beni, çatık kaşlarının alnında yaptığı izi, biçimsiz parmaklarını düşünüyorum. Sabahları erken uyandığında nasıl sinirli ve çekilmez biri olduğunu, çocuk ruhunu ve hatta -de’leri ayıramayışını bile düşünüyorum. Senin değerini gözümde aşağı çekebileceğini düşündüğüm her şeyi yüklenip terazinin bir kefesine fırlatıveriyorum. Veda konuşmamı prova ediyorum. Söyleyeceğim her kelimeyi tek tek ölçüp biçip senin vereceğin cevapları tahmin etmeye çalışıyorum. Bir kez daha geleceğimin senaryosunu yazarken buldum kendimi. Hazır olduğumu hissettiğimde gözlerimi araladım ve seni saçını kulağının arkasına sıkıştırmış, camdan dışarı bakar hâlde konuşurken buldum. Seni dinlemediğimi fark etmemişsin bile, masadaki cam vazoda duran beyaz papatyalarla oynuyorsun. Beyaz papatyalar ve beyaz elbiseler… Saatime baktığımda sadece 2 dakika geçmiş olduğunu gördüm. İki dakikada beni nasıl fark edebilirdin ki, affettim seni. Çok güzeldin, hâlâ çok güzelsin. Elbisenin sana ne kadar çok yakıştığını bir kez daha fark ediyorum, öyle ki hiçbir kötü gün, hiçbir kötü insan solduramaz seni. Sağ yanım bu düşüncelerle titrerken bu ahşap kokulu yeşil kafede mutlu olduğunu umduğum insanların yüzüne bakıyorum. Benim de mutlu olmaya hakkım var, bu yüzden her birinin mutluluğunun kıyısından koparıp önüme koyuyorum. Yarısını sana veriyorum, yarısını da kendime alıyorum. Bu kadar mutluluk bize yeter, yetmeli. Seni asla bırakamayacağıma inandığımı fark ettiren bu an aslında düşüncesizlikle alınan bir karardan fazlası değil, biliyorum. Onu çok sevdiğim için değil, sadece, geçtiği ve artık geri dönemeyeceğim için kendi hâlinde akmasına izin verdiğim bir hayatın yumruk olup boğazıma oturduğunu hissediyorum şimdi. Benden yana her şey çaresizlik demek artık, farkındayım. Terlemiş ellerimle saçımı düzelttikten sonra gözlüğümü çıkarıp bir kez daha tişörtümün ucuyla siliyorum.
Yazan: Abdullah Bıldır
Sayı: 54